Mobbing

Mobbing için bilgi mi arıyorsunuz? Mobbing makalesine göz atın ve Mobbing hakkında daha fazla bilgi edinin

“Kişiyi delirtip dama çıkartıyorlar, sonra da ‘Deli dama çıktı’ diye insanları topluyorlar”. Bir başkasının hayatı ile oynamak, bazıları için ne kadar da basit! Bazen mobbinge uğrayan kişiler, yaşadıkları olayları kaldıramayarak intihar edebiliyorlar…

MOBBİNG, belki birçoğumuzun kelime olarak aşina olsa da içeriği hakkında fazla bilgi sahibi olmadığı, günlük yaşamın hemen hemen her yerinde karşımıza çıkan, aslında bize pek de yabancı olmayan, kişiye kendini kötü hissettiren, “güçlünün zayıfa, zalimin mazluma uyguladığı kötü davranışlar bütünü” olarak açıklanabilen bir kavram.

İnsan robot değildir. Duyguları olan bir varlıktır. Fiziksel ve psikolojik açıdan sağlıklı, başarılı ve mutlu olabilmesi için moral ve motivasyonunun yüksek olması gerekir. Bu sadece kişinin kendisi ile ilgili değil, çevrenin kişiye yaklaşımı ve davranışı ile de alâkalıdır. Eğer çalıştığınız ortamda aşağıdan yukarıya veya yukarıdan aşağıya gizli veya açık mobbing uygulanıyorsa, bu kamu kurumu, özel sektör, vakıf, dernek fark etmez, içinde bulunduğunuz kurum veya bölümlerin başarılı olması pek mümkün görünmüyor. Çünkü mobbing denen hastalıklı yapı, bir kişiden başlasa bile denize attığımız taşın dalga etkisi gibi tüm kurumu kapsama alanına alıyor.

Dışarıdan bakılınca her şeyin tıkır tıkır gittiğini düşündüğünüz kurumda verim düşmüş, insanlar mutsuz ve isteksiz, sabah uykudan uyanmak istemiyor, işe gelmek istemiyor, ayakları geri geri gidiyor, gösterdiği çaba ve özverinin değerinin olmadığını hissediyorsa, burada başarı yoktur, huzur da yoktur.

İngilizceden dilimize geçen mobbing, “mob” kökünden gelmektedir. “Şiddet uygulayan çete” anlamındadır. Bir eylem biçimi olarak mobbing sözcüğü ise “psikolojik şiddet, rahatsız etme, sıkıntı verme, topluca saldırma” anlamına gelmektedir.

Mobbing nedir?

Basit ve anlaşılır şekliyle, “işyerinde uygulanan zorbalık, duygusal taciz ya da yıldırma” olarak adlandırabiliriz mobbingi. Psikolojik taciz, daha yaygın bilinen adı ile mobbing, “işyerinde bir veya birden fazla kişi tarafından diğer kişi ya da kişilere yönelik gerçekleştirilen, sistematik biçimde devam eden yıldırma, pasifize etme veya işten uzaklaştırmayı amaçlayan; mağdur ya da mağdurların kişilik değerlerine, meslekî durumlarına, sosyal ilişkilerine veya sağlıklarına zarar veren; kötü niyetli, kasıtlı, olumsuz tutum ve davranışlar bütünüdür”.

Uzun süre psikolojik tacize maruz kalan kişilerde depresyon, panik atak, anksiyete bozuklukları, somatizasyon gibi ciddî psikolojik problemlerin yaşanmasına sebep olmakla birlikte, intihar ile sonuçlanan birçok vakaya da şahit olmaktayız.

İşyerinde psikolojik taciz yöntemleri

Yapılan araştırmalara göre, işyerlerinde en sık rastlanan başlıca taciz yöntemleri şunlardır: Kişiyi yok sayma, görmezden gelme, meslekî ya da kişisel yönden yapılan iğneleme, aşağılama, küçük düşürme, olumsuz eleştiriler, aşırı iş yükleme ya da iş vermeme, meslekî yükselmenin engellenmesi, fiziksel şiddet ve cinsel taciz.

İşyerinde tacizlerle karşılaşan kişilerde çeşitli psikopatolojik (kaygı, endişe, sinirlilik, üzüntü hâli, çeşitli korkular, kişinin kafasından atamadığı saplantılı düşünceler, uyku bozuklukları, uykuda kâbuslar, bellek ve odaklanma bozuklukları, toplumsal ilişkilerden kaçınma, içine kapanma, paranoya, değişken ruh hâli, çaresizlik, özgüven düşüklüğü, kendini suçlama, kararsızlık, intihar davranışı), psikosomatik (hipertansiyon, vücut ağrıları, bitkinlik, astım atakları, çarpıntı, koroner kalp hastalıkları, mide ve bağırsak sorunları, saç dökülmesi, baş ağrısı, aşırı kilo alma veya verme) ve davranışsal (kendisine/çevreye yönelik saldırgan davranışlar, yeme bozuklukları, alkol veya madde bağımlılığı, cinsel işlev bozuklukları) sorunlar ortaya çıkabilir. Mağdur, taciz uygulayan kişiye karşı birtakım savunma stratejileri geliştirmeye başlar. Kendini bir şekilde korumaya alması gerektiğini düşünür. Aklına ilk gelen şey hastalık izni kullanmak, işe geç gelmeye veya gelmemeye başlamaktır. Doktora başvurma sıklığı artar ve devamsızlık sonucu çalışma ortamının düzeni ve verimlilik kalitesi bozulmaktadır. Burada işverene veya kurumun yöneticisine büyük iş düşmektedir.

Öncelikle yönetici, müdür, işveren şu özelliklere sahip olmalıdır: Adil ve güvenilir olmak (adalet duygusu kişiyi haramdan ve yanlıştan korur), çalışkan olmak, çalışanların çabasını takdir etmek, yeni işe başlayanlara yol gösterici olmak, tutarlı olmak, astları için örnek davranışlar sergilemek, öneri ve eleştirilere açık olmak, eleştirel bir bakış açısına sahip olmak, açık ve şeffaf olmak, çevresine yeterli ve dürüst geri bildirimler sağlamak, meselelere “ben” değil “biz” cephesinden bakabilmek, kendini çalışanların yerine koymak, çalışanlar arasında ayrımcılık yapmamak, çalışanların motivasyonunu önemsemek, çalışanlara değer vermek ve bunu hissettirmek, çalışanlarının haklarını korumak, başkalarının şahsî işlerinde çalışanları çalıştırmamak, çalışanlardan biriyle diğerleri hakkında dedikodu yapmamak ve çalışanlarını dinlemek.

Yol arkadaşlığı önemli. İşyerinde insanlar ailelerinden ziyade, birlikte çalıştıkları iş arkadaşları ile vakit geçiriyorlar. İş yerinin huzurlu bir ortam olması, yapılan çalışmalardan verim alınması, insanların ruhsal ve fiziksel sağlıklarının yerinde olması için yöneticiye çok iş düşüyor.

Mağdurun ailesine olan muhtemel etkileri

İşyerlerinde yaşanan psikolojik taciz süreci, kişinin sadece işyerindeki huzur ve verimliliğini olumsuz etkilemez; kişinin özel yaşamı üzerinde de bunun olumsuz etkilerinden bahsedilir. Mağdurun işyerinde yaşadığı sorunlar, karı-koca ve ebeveyn-çocuk ilişkilerini, hatta çocukların psikolojik gelişimlerini de olumsuz etkilemektedir.

Çalışanların aldıkları ücretin yetersiz oluşunun yanında işini her an kaybetme korkusunu yaşaması, belirsizlik ve kişinin üzerinde yeterince strese yol açmaktadır. Bu psikoloji içerisine çalışan kişinin ailevî sorunlarının da eklenmesi, durumun oldukça gerginleşeceği ve sağlıklı düşünememe riski ile karşı karşıya kalınabileceği bir zemine yol açabilir. Çünkü işyerinde yaşanan olumsuzlukların eve yansıması kaçınılmazdır.

Mobbingin davranışsal belirtileri şunlardır: İşyerinde kişiye ait eşyaların kaybolması ve yerine konulmaması, ofise girdiğinde konuşmanın kesilmesi, bireyin dış görünüşü veya giyim tarzıyla alay edilmesi, işle ilgili önemli gelişmeler ve haberlerin dışında bırakılması (yapılacak toplantıdan veya bir yenilikten haberinin olmaması), önerilerinin reddedilmesi, kendisinden daha alt düzeydeki görevlerde çalışanlardan bile daha düşük ücret alması, diğerleri tarafından sürekli eleştirilip küçümsenmesi, sözlü veya yazılı soru ve taleplerine yanıt alamaması, şirketin özel kutlamaları veya diğer sosyal etkinliklerine kasıtlı olarak çağrılmaması.

Mobbingin fizyolojik belirtileri ise şunlardır: Beyinle ilgili (sıkıntı, panik atak, depresyon, yarım baş ağrısı, baş dönmesi, hafıza kaybı, dikkat toplayamama, uykusuzluk), deriyle ilgili (kaşınma, kızarma, pullanma veya döküntü gibi deri hastalıkları), gözlerle ilgili (ansızın göz kararması, görmede bulanıklık), boyun ve sırtla ilgili (boyun kaslarında ve sırtta ağrı), kalple ilgili (hızlı ve düzensiz çarpıntılar, kalp krizi), eklemlerle ilgili (titreme, terleme, bacaklarda halsizlik hissetme, kas ağrıları), sindirim sistemiyle ilgili (yanma, ekşime, hazım zorluğu gibi mide rahatsızlıkları, ülser), solunum sistemiyle ilgili (nefessiz kalma, nefes alamama gibi solunum sorunları), bağışıklık sistemiyle ilgili (organizmanın savunma yapılarında zayıflama, hastalıklara çok çabuk yakalanabilme) problemler.

Mobbing, kültür farkı gözetmeksizin tüm işyerlerinde ortaya çıkabilen bir olgudur. Herkes potansiyel bir mobbing mağdurudur. İşyerlerinde gerçekleşen psikolojik taciz süreci içerisinde üç tip rol ayırt edilir: Mobbing uygulayanlar (saldırganlar, tacizciler), mobbing mağdurları (kurbanlar) ve mobbing izleyicileri. Çalışma yaşamında herkes bu rollerden birini oynamaya adaydır.

Mobbingin ekonomik sonuçları şunlardır: Ruhsal ve fiziksel sağlığın iyileştirilmesi amacıyla yapılan tedavi harcamaları, işin yitirilmesi sonucunda düzenli gelirin kaybı.

Mobbing durumunda karşılaşılan sosyal sonuçlarsa şunlardır: Sosyal imajın zedelenmesi, depresif davranışları nedeniyle arkadaşlar tarafından terk edilmek, meslekî kimliği yitirmek, aile içinde de zamanla “başarısız, elindeki iş imkânını kaçırmış bir birey” olarak algılanmak.

Mobbing uygulayan kişilerin kişilik özelliklerine baktığımız zaman, aşırı denetleyici ve sinirli bir yapıya sahip oldukları gözlemlenmektedir. Bu tiplerde daima güçlü olma isteği vardır; yaşadıkları korku ve güvensizlik duygusunu gizlemek için bir başkasına çamur atma eylemine gidebilirler. Kendi kusurlarını örtmek için bir kurban arayışı içindedirler. Başkasının kusurunu gün yüzüne çıkarınca kendi karanlık taraflarını gizlediklerini düşünüyor ya da bu şekilde yaparak kendi eksiklikleri ile yüzleşmemiş veya yok saymış oluyorlar.

Ayrıca bu tipler sadist kişiliğe sahiptirler. Bir başkasına eziyet etmekten haz duyarlar, genelde çalışkan kişilerdir. Yaptıkları her işi çevrelerine övgü ve abartı ile anlatırlar. Başkalarının yaptığı işi ise küçümser, sürekli yaptıkları işin çokluğundan ve zorluğundan bahsederler. Bunlar gibi hastalıklı düşünce yapısına sahip kişiler, bir diğerinin hayatını mahvediyorlar.

“Kişiyi delirtip dama çıkartıyorlar, sonra da ‘Deli dama çıktı’ diye insanları topluyorlar”. Bir başkasının hayatı ile oynamak, bazıları için ne kadar da basit! Bazen mobbinge uğrayan kişiler, yaşadıkları olayları kaldıramayarak intihar edebiliyorlar. Burada asıl amaç ölmek değil, içinde bulundukları kötü durumdan bir kurtuluş, bir kaçış bulmak düşüncesidir.

Psikolojide bir deyim vardır; “Hiçbir zaman bize gerçek hastalar gelmez, gerçek hastaların hasta ettikleri gelir”. Günlük hayatta karşılaştığım vakalardan da gözlemlediğim ve doğruluğuna inandığım bir sözdür bu. Şu kısa hayatta kimsenin sırtına yük, gözüne yaş olmayın. Çünkü kimsenin hayatı kolay değil.

Sağlıklı, huzur dolu günler dilerim.

Bağımlı Anneler ve Çocukları

Çocuk Psikolojisi için bilgi mi arıyorsunuz? Bağımlı Anneler ve Çocukları makalesine göz atın ve Çocuk Psikolojisi hakkında daha fazla bilgi edinin

Bağımlı davranışlar genellikle anne ve baba tutumlarından kaynaklandığı için, ailelerin kendi tutumlarını gözden geçirmeleri gerekmektedir. Aşırı koruyucu olunmamalı ve çocuğa bağımsız iş yapabilme yeteneği kazandırılmalıdır. Anne babalar bağımlı olmak ile bağlı olmak arasındaki farkı bilmelidir.

HER şeyin aşırısı zararlı. Sevginin de fazlası ve karşı tarafa yansıtılma şekli bazen zararlı olabiliyor.

“Bağımlılık” deyince akla ilk olarak alkol, tütün, uyuşturucu ve teknoloji bağımlılığı gelse de çocuklarına aşırı derecede bağımlı, korumacı, her şeyi onlar adına önceden düşünen, plânlayan ve yapan anneler var. Tabiî ki niyetleri iyi, evlâdı için en iyisi olsun istiyorlar ama bunun dozu iyi ayarlanamadığı zaman iki taraf için de sıkıntı başlıyor.

Bağımlı olmak ile bağlı olmak arasındaki fark nedir? Bağımlı olmak “Seni seviyorum ve sensiz yaşayamam” mesajı verirken, bağlı olmaksa “Seni seviyorum, ancak sen olmadan da yaşayabilirim” mesajını verir. Yaratılış gereği anne-çocuk arasında çok güçlü ve özel bir bağ vardır. Çocuğun gelişimi ve ileride sağlıklı bir birey olabilmesi için bu bağ çok önemlidir. Bu bağın eksikliği ileri derecede psikolojik sorunlara yol açarken (kişilik bozuklukları gibi), aşırılığı da bağımlılığa dönüşebiliyor. Annenin çocuğa abartılı şekilde bağımlı olması, çocuğun yaşamında bazı olumsuzluklara yol açabiliyor.

Aşırı koruyucu ebeveyn tavrı, çocuğa yarardan çok zarar verir. Bırakın kendi kanatları ile uçmayı öğrensin. Her düştüğünde yanında siz olmayacaksınız. Hayat tozpembe değil. Hayatın tüm renklerini görmesine izin verin. Yoksa ileride sizi suçlayacaktır. Duyguları tanımasına izin verin. Hayatta sadece mutluluk yok; üzüntü, öfke, kızgınlık da var ve bunları yok sayamayız.

Hayata hazırlanmasına izin verilmeyen çocuk, başkalarına bağımlı bir hayat sürdürmek durumunda kalacaktır. Anne-babalar çocuklarını kendi uzantısı veya devamı gibi görüp onları normalden daha fazla koruma durumuna girebiliyorlar. Bunu yaparken çocuğun kendi başına yapabileceği şeyleri bile sırf çocuğuna zarar gelebilir korkusuyla kendileri yapmak istiyorlar.

Onlar için her zaman en doğrusunu bildiğimizi sanırız; yaşam içinde her istediği başkaları tarafından yapılan ve adeta etrafına bir duvar örülüp sosyal çevre ile bağı koparılan, cam fanus içinde büyütülmeye çalışılan çocuk, zamanı gelip de dünya ve hayatla tanışmak zorunda kaldığında anne-baba yoksunluğu hissedecek ve büyük bir bocalama yaşayarak anne-babayı suçlayacaktır.

Bağımlı annenin çocuğu okulda hangi sorunlar ile karşılaşabilir?

Anneye bağımlı olan çocuklarda özgüven eksikliği ve bunun sonucunda okul fobisi başlayabilir. Çocuk çeşitli bahaneler ile okula gitmek istemediğini dile getirebilir (karın ağrısı, mide bulantısı gibi). Okulda uyum sorunları, arkadaş ilişkilerinde problemler, çekingenlik, utangaçlık ve hırçın davranışlar görülebilir.

Bağımlılığın geliştiği durumlarda çocuğun okula adaptasyon sorunlarının uzun sürdüğü görülür. Bu durumda çocuklar okula gitmek istemez, annelerine sarılıp ağlar, öğretmene ve okuldaki herkese karşı çekingen ve yer yer hırçın tutumlar sergiler. Okuldaki etkinliklere katılmaz, tepki verir. Annesi hep yanında dursun, gitmesin ister.

Çocuğunuz bağımlı mı?

Tek başına yapabileceği şeyler için bile sizden destek bekliyorsa, siz yanında yokken uyumsuz davranışları oluyorsa, sosyalleşmede sorun yaşıyorsa, okula gitmek istemiyorsa, bağımsız olarak bir şey yapamıyorsa, toplum içinde zorluk çekiyorsa, her karar verme sürecinde destek bekliyorsa, ödevlerini tek başına yapamıyorsa, grup içinde uyum sağlayamıyorsa, çocuğunuz size bağımlı olabilir.

Bağımlı çocukların özellikleri

Bağımlı çocuk, evde olsun, okulda olsun, yaşından daha çocuksu davranır. Girişken değildir ve kendine güveni yoktur. Kolay işlerde bile kendi başına davranmaktan, sorumluluk almaktan korkar. Yanında onu kollayacak biri olmadan edemez, evde anneye sokulur. Sürekli sevilmek ve okşanmak ister. Okulda sorun yaratmadığı için öğretmeninin koruyuculuğu altına girer. Usluluğu ve ürkekliği nedeniyle hep kollanır. Çevrenin bu tutumu, onu daha çekingen yapar. Bağımlı çocuk, zamanla bu zayıflığını ve güvensizliğini bir savunma aracı olarak kullanmayı öğrenir. Evde yedirip içirilen, bir dediği iki edilmeyen, okulda öğretmeninin sevgilisi olup çıkan çocuk, bağımlılık çemberini kolay kıramaz. (Yörükoğlu,1998)

İleriki hayatında yaşayabileceği olumsuzlukları da şöyle sıralayabiliriz: Karşı cinsle sağlıklı ilişki kuramama veya kurmakta zorlanmak, iş ve özel yaşamında sorumluluk almakta zorlanmak ve kararsızlık, stresle başa çıkamamak, stres durumunda nasıl davranacağını bilememek…

Ülkemizde yapılan araştırmalara göre, her 10 annenin 1’i çocuklarına hastalık derecesinde bağımlı. Annelere sorulduğu zaman her şeylerinin çocukları olduğunu, eşleri ve işlerinin daha sonra geldiğini ve kendilerini tamamen yok saydıklarını ifade ediyorlar. Tek bir dünya var ve o dünya da çocukları ile çocuklarının istekleri. Kendilerini ve diğer insanları yok sayarak hayatlarına devam ediyorlar.

Kendisine önem vermemek, çocuk dünyaya geldikten sonra hobi edinememek, daha önce yapmayı sevdiği şeyleri çocuk dünyaya geldikten sonra rafa kaldırmak, çocuğun her hareketini takip etmek ve diğer eylemlerle anne, kendisini tamamen çocuğuna adıyor. Çocuğu ve onun istekleri üzerine, muhatap çalışan bir anne ise işten soğuma ve tahammül eksikliği başlıyor. Çünkü çocuğunu düşünmekten işine odaklanamaz hâle geliyor.

Aşırı fedakârlık, iyi annelik göstergesi değildir. Bunun sonuçlarına baktığımızda görülür ki bu çocuklar bireyselleşemezler. Yetişkin oldukları zaman tek başlarına karar vermekte, sorumluluk üstlenmekte zorlanırlar. Zorluklar karşısında sorumluluğu bir başkasına atarlar. Stresli durumlarda ne yapacaklarını bilemedikleri için (çünkü onların yerine her şeyi düşünen bir anneleri vardı) bocalama yaşarlar. Bunun sonucunda kaygılı bireyler, kendine güvensiz kişiler hâline gelirler. Sonrasında bu yüzden evli ise evliliğinin sorumluluğunu alamayan/kaldıramayan kişiler karşımıza çıkıyor. Yoğun kaygı, panik atak gibi sıkıntılar yaşıyorlar.

Anneler evlat yetiştirirken onlara bağımlı değil, “bağlı” olmalı. Çocuklarına bağımlı olan anneler, çocuklarının evlendiklerini kabullenmekte güçlük çekiyor ve onların evliliklerini etkileyebiliyorlar. Bu bireylerin evliliklerine baktığımız zaman gördüğümüzse tek kişilik bir dünyalarının olduğu. Kendileri ve kendi ihtiyaçları… Anneleri yine onların etrafında pervane… Oğlu veya kızı üzülmesin diye onun tüm isteklerini yerine getirmeye çalışan bir karakter… Hatta ve hatta, evli olan çocuğunun ev içindeki sorumluluğunu bile anne üstleniyor kimi zeminlerde. Faturaların ödenmesi, mutfak ihtiyacının alınması, varsa torununu doktora dahi ötürmek… Yeter ki bağımlı annenin çocuğu strese girmesin, üzülmesin! Bu yüzden tüm yükü anne tek başına sırtına alıyor. İyilik yaptığını, fedakârlıkta bulunduğunu düşünse de yanlış!

Böyle yapmakla kendi çocuğunu mutlu değil, mutsuz ettiğinin farkında değil. Çevrenin ısrarı ile bu tür bir anne, psikolojik destek almaya geldiğinde şöyle diyor: “Ben çok fedakâr bir anneyim, her şeyi fazlası ile verdim, yaptım, ama çocuğum çok mutsuz!” Ve bu mutsuzluğun sebebi olarak kendi davranışlarındaki yanlışlığı görmemekte ısrarcı.

Bağımlı annenin bağımlı çocuğu, karşı cinsle sağlıklı bir ilişki kuramaz. Çünkü o tek değil, yanında hep annesi var. Bu tip, iki kişilik bir hayat plânlayamaz. Plânlarına annesini de dâhil etmek zorunda hisseder. Eşi veya arkadaşı ile bir gezi düşünüyorsa annesini de yanında ister. Yemeğe gidilecekse anne de olmak zorundadır. Veya her attığı adımı arayıp anlatma, onay alma ihtiyacı hisseder.

Ailelere öneriler

Çocuğu küçük yaşlardan itibaren yapabileceği işler konusunda cesaretlendirmek önemlidir. Bağımlı davranışlar genellikle anne ve baba tutumlarından kaynaklandığı için, ailelerin kendi tutumlarını gözden geçirmeleri gerekmektedir. Aşırı koruyucu olunmamalı ve çocuğa bağımsız iş yapabilme yeteneği kazandırılmalıdır. Anne babalar bağımlı olmak ile bağlı olmak arasındaki farkı bilmelidir.

Araştırmalara göre hoşgörülü ve demokratik ortamda büyüyen çocuklar fikirlerini serbestçe söyleme eğilimindeler. Ayrıca bu çocuklarda kendini denetleme arzusu daha erken yaşlarda başlamaktadır. Anne babaların çocuklarını desteklemeleri ve zor durumda kaldıklarında onlara yardımcı olmaları, çocuklarda bağımsızlık duygusunun gelişimini kolaylaştırmaktadır.

Bağımlı anne iyileşirse, içinde bulunduğu durumun yanlış olduğunu kabul ederse, çocuğu da iyileşir. Bağımlılık psikolojik bir sorundur ve destek alınması şarttır. Anne değişmedikçe çocuk değişemez. İlk adımı atan anne olmalıdır. Öncelikle kendisine zaman ayırmalı, kendisi için bir şeyler yapmalıdır. Bu noktada hobiler edinebilir.

Ruh sağlığı da beden sağlığı kadar önemlidir. Destek almak ile hayatınıza yeni bir pencere açmış olacaksınız. O pencereden hep güzellikleri görmeniz dileğiyle…

Suçluluk

Psikoloji için bilgi mi arıyorsunuz? Suçluluk makalesine göz atın ve Psikoloji hakkında daha fazla bilgi edinin

Geçmişte yaşanan olayları düşünmek suçluluk, gelecekte yaşanacakları düşünmekse endişe duygusunu artırır. Geçmiş, adı üstünde “geçmiş”; gelecekse henüz gelmedi. Yaşanan tek an ise, nefes aldığımız şu andır. Anın kıymetini bilelim!

FARKINDA olarak veya olmayarak hayatın güzelliklerini kaçırıyoruz. Hep bir koşuşturma ve telaş içerisindeyiz. Daha iyisine, daha çoğuna, daha güzeline sahip olmak için uğraşırken kaybettiklerimizin farkında bile değiliz.

İnsanoğlu şükretmeyi azaltırken şikâyeti artırdı. Hazreti Allah, ayet-i kerime ile ne buyuruyor: “Le-in şekertüm leezidenneküm.” (Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size -nimetimi- arttırırım.)

Şanı Yüce Allah böyle buyurarak şükrün önemini bir kez daha bizlere hatırlatıyor. Günlük hayatımızda da güzellik ve iyiliklere odaklanmak varken hep bardağın boş tarafına odaklanıp şükretmek yerine şikâyeti dilimize tespih ediyoruz. Sonuç olarak mutsuz ve elindeki ile yetinmeyen bir toplum olduk. İnsanoğlunun, elinde bulunan imkânları değil de komşu, arkadaş ve akraba ile kıyaslama yoluna gittiği için mutsuzluğu daha da arttı.

Geçmişten bahsederken, on yıl önce söylenen bir söz veya yapılan bir davranışı tekrar tekrar anlatıp zihninizin bu olayı unutmasına fırsat vermeyerek şu yaşadığımız, içinde bulunduğumuz ânın güzelliklerini kaçırıyor, hayatı kendimize zehrediyoruz. Geçmişi unutacak mıyız? Tabiî ki hayır! Geçmiş, yaşanmışlıklardan ders çıkarmak için vardır. Geçmişi unutmayacağız fakat geçmişte de yaşamayacağız.

Yaşadığımız anda bize mutluluk veren, bize iyi gelen şeye odaklanmak yerine hep geçmişte yaşıyoruz. Veya gelecek günlerde, gelecek aylarda yapmak istediklerimizin telaşına kapılıp şu anın güzelliklerini kaçırıyoruz.

Günlük hayatımızda karşılaştığımız problemlerin birçoğu zihnimizde sürekli dönerek bizi meşgul eder. Belki aynı konu üzerinde günlerce düşünürken kendimizi buluruz. Örneğin, trafikte yaşanan bir sorun, iş yerindeki bir olumsuz durum zihninizde sürekli olarak canlanabilir. Kendinizi günlerce yaşadığınız bu sorun hakkında tekrar ve tekrar düşünürken bulabilirsiniz.

Farkında olmadan geçmişin ağır yüklerini taşıyorsunuz. Sonuç olarak yaşanan olayın düzeltilmesi zordur; düzeltemediğimiz gibi, yaşanan zihin yorgunluğu, stres, dikkat dağınıklığı ve mevcut işlere odaklanamamak gibi birçok olumsuz yönleri de var. Araştırmalar, insanların geçmişte yaşamış oldukları olumsuz olayları olumlu olaylara oranla daha çok hatırladıklarını ortaya koyuyor. Örneğin, insanlar genellikle başarısızlıklarından daha çok bahsediyorlar. Hâlbuki iyilik ve güzelliklerden bahsetmek, iyilik ve güzellikleri artırdığı gibi insanoğlunu pozitif yönde etkiler. Kişinin kendine güven duygusunu artırır. Bazen bir çiçek kokusu veya şahit olduğumuz bir olay bizi alıp yıllar öncesine götürür. Hatırladığımız olay bizi mutlu da edebilir, hüzünlendire de bilir. Sonra geleceğe yolculuk başlar, gelecek hakkında endişelenir veya plân yapmaya başlarız.

İnsanoğlu geçmiş ve gelecek arasında gidip gelirken mutluluk, hüzün, özlem ve kızgınlık gibi birçok duyguyu yaşayabilir. Geçmiş ve gelecek arasında hep yolculuk yaptığı için en değerli hazine olan ânı kaçırdığının farkında bile değildir.

Ânı yaşamanın yolu ise sizi mutlu edecek, size iyi gelecek şeyler ile ilgilenip dikkatinizi sadece ona vermektir. Bir bebeğin gülümsemesi olabilir bu. Veya mutfağa girip sevdiğiz insanlara bir şeyler hazırlamak, kitap okumak, deniz kenarında oturup ayaklarınızı kuma gömerek kulaklarınızda dalga sesi, burnunuzda denizin tuzlu kokusu, gözlerinizde dingin bir mavilik ve hafiften esen bir rüzgâr… Beş duyumuz ile bu güzelliklerin keyfine varabiliyorsak, ânı yaşıyoruz demektir.

Kısaca, o an için herhangi bir şey düşünmemeli ve sadece o âna odaklanmalıyız. Belki bunu her zaman yapamayız ama yapabildiğimiz kadar… Hayatın güzelliklerini kaçırmayın derim. Hiçbir şey bugünden değerli değildir. Dünü tekrar yaşayamazsınız. Yarına ise ulaşamazsınız. Yaşanan her vakit önemlidir. Gün içinde ise ânı yaşamak daha değerlidir.

Geçmişte yaşanan olayları düşünmek suçluluk, gelecekte yaşanacakları düşünmekse endişe duygusunu artırır. Geçmiş, adı üstünde “geçmiş”; gelecekse henüz gelmedi. Yaşanan tek an ise, nefes aldığımız şu andır. Anın kıymetini bilelim!

Sağlıklı, mutlu, huzurlu günler dilerim.

Ebeveyn Danışmanlığı Nedir?

Psikoloji için bilgi mi arıyorsunuz? Ebeveyn Danışmanlığı Nedir? makalesine göz atın ve Psikoloji hakkında daha fazla bilgi edinin

Ebeveyn danışmanlığı, ilgili uzman tarafından gerekli bilgi, rehberlik ve en önemlisi
ebeveynlere önyargısız destek vermeyi amaçlayan bir hizmet türüdür.
Her ebeveynin en önemli amaçlarından biri, çocuklarını hayatta başarılı olabilecek şekilde
yetiştirmektir. Ebevenyler, çocuklarının sorumluluk sahibi olmalarını, çok çalışmalarını,
merhametli olmalarını, anlamlı ve amaçlarla dolu bir hayat yaşamalarını ister. Bütün bu
amaçlar doğrultusunda ilerlerken, karşılaştıkları krizlere müdahale konusunda zaman zaman
çaresiz hissederler ve çocuklarıyla etkili bir iletişim kuramazlar. Tam da bu noktada
profesyonel bir yardım almak, ebeveyn-çocuk ilişkisi açısından büyük önem taşır.

Ebeveyn Danışmanlığı ile;

  • Ebeveynin ruh sağlığını iyileştirilebilir.
  • Ebeveynlik becerileriniz ile ilgili güveninizi arttırılabilir.
  • İşlevsel ebeveynlik becerileri geliştirmek için olanak sağlayabilir.
  • Ebeveynler; olumlu davranışları teşvik etme, istenmeyen davranışları yönetme ve
    çocuklarının duygusal ihtiyaçlarını anlama becerisi kazanılabilir.
  • Ebeveynler; çeşitli zorluklar ile baş etmede, çocuklarına refaket etme ve yardım etme
    becerisi kazanılabilir.
  • Çocuğa karşı tutarlı olmak ve sağlıklı bir ebeveyn-çocuk ilişkisi kurmak için ihtiyaç
    duyduğunuz desteği sağlayabilir.
  • Çocuğun olumsuz davranışlarını besleyen tutumlarınızın değiştirilmesini sağlayabilir.
  • Mümkün olan en iyi ebeveyni sunmanız için, ihtiyaç duyduğunuz destek ve kaynaklar
    sağlanmış olabilir.

Her çocuk biriciktir. İletişim şekli, mizacı, sosyal ve bilişsel becerileri kendine özgüdür.
Kalıplaşmış öneriler ve bilgiler ışığında hareket etmek, doğru bir yaklaşım olmayabilir. Bu
nedenle danışmanlık süreci; ebeveynler ve çocuklar göz önünde bulundurularak özel olarak
planlanır.

Hangi Durumlarda Ebeveyn Danışmanlığı Almak Gerekebilir?

  • Aile içi şiddet ve istismar gibi süreçler varsa,
  • Çocuğunuz talimatlara uymayı reddediyorsa,
  • Çocuğunuzla nasıl etkili iletişim kuracağınızı bilmiyorsanız,
  • Çocuğunuzun yaşadığı duyguları tanımlamada zorlanıyorsanız,
  • Çocuğunuzla bir güç mücadelesi içerisinde olduğunuzu düşünüyorsanız,
  • Davranışları düzenleme stratejileriniz sonuç vermiyorsa uzman desteği için
    başvurabilirsiniz.

Yapılan araştırmalara göre; çocuğun mizacı ve kişilik örüntüsü ile eşleşen bir ebeveyn
tutumu belirlemek, çocuğun depresyon ve kaygı bozukluğuna yakalanma ihtimalini yarı
yarıya azaltmaktadır. Siz de çocuğunuzun kişiliğine uygun bir ebeveyn tutumu belirlemek
ve çocuğunuzla güven üzerine kurulu bir ilişki inşa edebilmek için uzman yardımı
alabilirsiniz.

Telefon Bağımlılığı

Psikoloji için bilgi mi arıyorsunuz? Telefon Bağımlılığı makalesine göz atın ve Psikoloji hakkında daha fazla bilgi edinin

Eşlerin birbirlerine ve çocuklarına gereken ilgiyi göstermemeleri, telefonda çok fazla vakit geçirmeleri, aslî görevlerini ihmâl etmeleri sonucu aile içinde huzursuzluklar yaşanması kaçınılmaz oluyor. Ailesinin ve kendi yaşamından çaldığı zamanın değerini ancak sağlığını yitirdiği veya ailesini kaybettiğinde fark ediyor kişi.

TEKNOLOJİ, hayatımızın ayrılmaz bir parçası hâline geldi. İnsanoğlunun sabah uyanır uyanmaz yaptığı ilk iş, telefonuna bakmak, “Acaba bir şeyleri kaçırdım mı?” diye kontrol etmek… Elektrik kesintisi olunca sanki hayat durmuş gibi hissediliyor.

Teknoloji mi bizi, biz mi teknolojiyi yönetiyoruz? Bunu kendimize sormamız gerekir. Eğer zamanımızın önemli bir kısmını kapsıyor, insanlarla iletişimimize zarar veriyorsa burada “bağımlılıktan” bahsedebiliriz.

Bağımlılık, “kişinin kullandığı bir nesne veya yaptığı bir eylem üzerinde kontrolünü kaybetmesi ve onsuz bir yaşam sürememeye başlamasıdır”. Yani kullanım ve davranışta irade kalkar ve kişi istese de, istemese de bağımlı kullanımı veya davranışı sürdürür. (Yeşilay)

Kullanım ve davranış, hayatın ciddî bir bölümünü kaplar; kişi, vaktinin büyük bir kısmını ve enerjisini bağımlı olduğu maddeye veya eyleme ayırır bağımlılıkta.

Mobil cihazlar etrafımızı sardı. Nereye kafamızı çevirsek, herkes telefonunun ekranına gömülmüş vaziyette. “Bazen kitapların yerini telefonlar mı aldı?” diye düşünmüyor değilim.

“Bağımlılık” dediğimiz zaman aklınıza sadece uyuşturucu, alkol veya tütün geliyorsa yanılıyorsunuz. Eğer birkaç dakikada bir telefonunuza göz atma ihtiyacı hissediyor ve telefonsuz bir odadan diğer odaya geçmiyorsanız, kötü bir haberimiz var: Siz de bir bağımlısınız! (Ya da bağımlı olma yolunda ilerliyorsunuz.)

Özellikle mesajlaşma, oyun ve sosyal medya uygulamaları, telefon bağımlılığının başlıca sebepleri arasındadır. Hem gençlerin, hem de yetişkinlerin sürekli olarak sosyal medyaya ve internete “bağlı olma” ihtiyacı hissetmeleri alışılmadık bir durum değildir. Bu genellikle gençlerde bir şeyleri kaçırma ve dışarıda bırakılma korkusuna yol açar.

“Acaba ben de telefon bağımlısı mıyım?” diye düşünüyorsanız, şu belirtilere bakarak fikir sahibi olabilirsiniz: Sık sık telefonu kontrol etme ihtiyacı; telefondan uzak kalındığında yoksunluk belirtileri gösterme, sinirlenme, hayata küsme; telefonda geçirilen zaman nedeniyle iş ve okul veriminde düşüş; sosyal hayata karışmaktan kaçınma; telefonda fazla zaman geçirilmesi sebebiyle uyku ve yeme düzeninde bozukluklar; ruhsal, sosyal, adlî ya da bedensel bir sorun oluşturmasına rağmen teknoloji kullanımına devam edilmesi.

İnsan gece yatıp sabah kalktığında bağımlı olarak uyanmaz. Bu bir süreçtir, adım adım ilerler. Bu adımlar bağımlılığın gelişmekte olduğuna dair ciddiye almamız gereken işaretlerdir.

Hayatımıza yeni kelimeler girdi. Bunlardan biri “Nomofobi” (İngilizce “no-mobile-phone phobia”). Cep telefonundan ayrı kalındığında panikleme ve ümitsizliğe düşme korkusu. Bu kişilerde telefondan kısa bir süre uzak kalınması durumunda dürtüsel bozukluklar, öfke hâli ve odaklanma güçlüğü ortaya çıktığı gözlemlenmiştir.

“Phantom titreşim sendromu” ise her an telefon çalıyormuş hissi olarak biliniyor. “Hayâlet titreşim sendromu” olarak da bilinen bu bozuklukta telefon çalmasa bile kişi çalıyormuş hissine kapılır.

Textaphrenia, “mesaj takıntısı” olarak biliniyor. Bu bozuklukta kişiler e-posta ya da SMS’lerinin gidip gitmediğine dair bir kaygı yaşarlar.

Hayat şartları bizi bağımlı olmaya mı itiyor?

İçinde bulunduğumuz hayat şartlarının bize getirdiği yalnızlaşma ve yabancılaşma duygusu, artık gerçek ortamda değil, sanal ortamda var olmaya başlıyor. Ve her gün bununla sanal âleme yeni şeyler eklenerek insanlara hoş ve cazip gösterilmeye çalışılıyor. Yalnız yaşam sürmeye doğru itiliyor insanoğlu. Sonuç olarak mutsuz, memnuniyetiz, ağaçtan ve topraktan uzak yaşam süren, özünden koparılmış bir toplum hâlini aldık. Bunların hepsi psikolojik rahatsızlıklara yol açtığı gibi, telefon bağımlılığını da arttırıyor. Yalnızlık arttıkça, nomofobi olasılığı da artıyor.

Yalnızlık duygusu yaşayan insanlar, telefon ve sair sosyal siteler ile bağlarını kuvvetlendirirken, yüz yüze iletişim kurmayı yavaş yavaş azaltmaya başladılar. Bunun sonucu olarak yüz yüze iletişim eksikliği insanlarda yaygın bir şekilde “yalnızlık” duygusu uyandırmış oluyor.

Teknoloji yüz yüze iletişimi unutturdu. Yurt dışında yapılan bir araştırma sonucuna göre, günde toplam sekiz saatini sanal iletişim kurarak geçiren gençlerin konuşurken muhatapları ile göz kontağı kuramadıkları ya da gözlerini kaçırdıkları gözlemlenmiştir. İletişimse karşılıklı bir etkileşim sürecidir. Etkili iletişim bireyin kendisini tanımasına, tutumlarının farkında olmasına olanak sağlar.

Bağımlılık kişiye hem ruhsal, hem bedensel olarak zarar verir. Bağımlılığın bedensel zararlarına göz atacak olursak, uzun süre hareketsiz şekilde durmak, teknoloji kullanımına bağlı olarak iskelet ve kas sisteminde hasarlar oluşturur. Duruş bozuklukları ortaya çıkar. Göz ile ilgi problemlere ve dil becerilerinde gerilemeye yol açabilir. Psikolojik zararları ise özellikle çocuklarda ve gençlerde uygun olmayan içerikle karşılaşma riski arttığı gibi empati duygusunun körelmesine, acımasızca yapılan yorumlar sebebi ile kötülüğün sıradanlaşmasına, dikkat eksikliğinin ortaya çıkmasına ve artmasına, tahammül seviyesinin zayıflamasına sebep olabilir. Zamanı yönetme güçlüğü, gerçek hayata karışmaktan korkma, öfke ya da yoksunluk belirtileri gösterme gibi kaygı bozuklukları da yaşanabilir.

Araştırmalar, araba kullanırken mesaj yazmak ve gelen mesaja cevap vermenin alkollü araba kullanmak kadar tehlikeli olduğu ortaya koymuştur. İnsanlar araç kullanırken birkaç işi bir arada yapmaya çalışıyorlar. Hem yola, hem telefonun ekranına baktıkları için dikkatleri dağılıyor ve böylece hem kendi canlarını, hem başkalarının hayatını tehlikeye atmış oluyorlar.

Teknoloji bağımlılığı beyni nasıl etkiliyor?

Nörolojik düzeyde teknolojiyi aşırı derecede kullanmak, uyuşturucu, alkol ve diğer bağımlılık yapan maddeleri kullanmak ile aynı şey olmasa da beyin her iki bağımlılığı da aynı şekilde işler. Kişinin oynadığı oyunda üst seviyeye gelmesi veya resimlerine beğeni alması, beynin dopamin ve diğer iyi hissettiren kimyasalları salgılamasına neden olur. Zamanla kişi bu mutluluk hormonunun etkisini tekrar tekrar yaşamak ister. Bundan dolayı daha fazla beğeni ve oyun oynama isteği doğar.

Farkında değiliz ama teknoloji yüzünden beynimiz tembelleşiyor, daha çok unutuyoruz. Düşünme, sorgulama, araştırma gibi beyni besleyen yetilerimiz zamanla köreliyor. Son zamanlarda, ne sorulursa sorulsun, özellikle gençler ve çocuklar sorunun cevabını bilgisayarda arar oldular. Bu durum özellikle beyni gelişmekte olan çocukların düşünce gücünü ve öğrenme kapasitesini azaltmaktadır. Beyin çalışmazsa, bir süre sonra düşünce fonksiyonu yavaşlar ve unutkanlıklar kaçınılmaz olur.

Aşırı internet ve cep telefonu kullanımı sebebiyle aile içi ilişkilerde sorunlar yaşandığını görüyoruz. Eşlerin birbirlerine ve çocuklarına gereken ilgiyi göstermemeleri, telefonda çok fazla vakit geçirmeleri, aslî görevlerini ihmâl etmeleri sonucu aile içinde huzursuzluklar yaşanması kaçınılmaz oluyor. Ailesinin ve kendi yaşamından çaldığı zamanın değerini ancak sağlığını yitirdiği veya ailesini kaybettiğinde fark ediyor kişi.

Giden geri gelmiyor; bunun için zamanın, sağlığın ve sevdiklerinizin kıymetini bilin!

Yalnızlaşan Toplum Psikolojisi

Psikoloji için bilgi mi arıyorsunuz? Yalnızlaşan Toplum Psikolojisi makalesine göz atın ve Psikoloji hakkında daha fazla bilgi edinin

Psikiyatrist Victor Frankl’in bir gece geç vakitte telefonu çalar, telefonun karşı tarafındaki ses, hayatına son vereceğini ama biraz konuşmak istediğini söyler. Frankl uzunca bir süre dinler karşıdakini…

YALNIZLIK her insanın zaman zaman yaşadığı bir duygudur. Plandemi ile birlikte insanlar daha çok yalnızlığa itildi ve yalnızlaştırıldılar. Öyle ki, aynı evin içindeki ayrı ayrı odalarda yaşam sürer olduk. Daha önce özel günlerde bir araya gelen insanlar, düğün, bayram, cenaze, doğum günü gibi etkinlikleri artık dijital ortamda yapmaya başladılar. Kız isteme merasimi veya tez savunması dahi…

İlk başlarda teknolojinin nimetleri kolaylıkmış gibi düşünülse de, duygu eksik olduğu için, insan, yaptığı işten zevk almamaya başlıyor. Çünkü hep birlikte olmanın verdiği huzur, paylaşmanın, sarılmanın, içilen bir çayın, paylaşılan mutluluğun veya hüznün hissettirdiği “duygu” eksik. Yalnızlaşmaya doğru giden insan canlısının arasına mesafeler ve kurallar girdi, böylece daha da yalnızlaştırıldı.

Sosyal açıdan bakıldığında, insan paylaşmaya, birlikte yaşamaya ve birlikte bir şeyler yapmaya eğilimli bir varlıktır. Farabî’ye göre “insan, başka insanın yardımı olmadan, yalnızlık içinde bütün mükemmelliklere erişemez; insan, diğer insanlarla komşuluğa ve birliğe gerek duyar”. Farabî bu düşüncesiyle insan canlısı için birlik ve beraberliğin önemine vurgu yapmıştır.

Önceleri “komşuluk” diye bir kavram vardı; insanlar birbirlerinin dert ve mutluluklarını sahiplenirlerdi. Anlatıp rahatlarlardı. Sorunlar hemen çözülmese de paylaşmanın ferahlığı olurdu. Şimdilerde ise insanlar yan komşularını tanımıyor, selâm vermek, hatta karşılaşmaktan imtina ediyorlar. Hâlbuki insanın beklediği bir güler yüz, bir tatlı dil. Bunda bile cimrileşti insanoğlu.

İnsan, fıtrat olarak paylaşmaya eğilimli bir varlıktır. Sevinçleri kadar üzüntülerini de paylaşmak ister. Paylaşıldığında sevinç artarken üzüntü azalır. İnsan dara düştüğünde bir başkasından destek alır, onun telkinleriyle teselli bulur ve hayata daha olumlu bakmaya başlar; bu paylaşım, ona yalnız olmadığını hissettirir. Günümüzde insan bunu yapamadığı ve sorununu paylaşacak, kendisine yol gösterecek birini bulamadığı için bir kerede olsa herhangi bir psikoloğun kapısını çalıyor. Bu durum insanlara destek olmak açısından bizim için iyi bir durum olsa da yalnızlıklarına şahit olmak üzücü.

Örneğin geçtiğimiz günlerde, kapısının önünde oturan bir teyzenin yanından geçerken dönüp hatırını sordum ve şaşırdığını gördüm. “Acaba dediğimi mi anlamadı?” diye düşünürken, yüzünde hem bir şaşkınlık, hem de mutluluk ifadesi belirdi. Kocaman gülümseyerek, “İyiyim, sen nasılsın?” diye karşılık verdi.

“Elhamdülillah, Müslümanız” diyoruz ama Müslüman gibi yaşamıyoruz. Selâm vermenin sünnet olduğunu bilip uygulamadığımız gibi… O teyze, biri tarafından fark edildiği ve hatırı sorulduğu için mutlu oldu. Ben de onun yüzü güldüğü için mutlu oldum. Özellikle yaşlılar, kendilerini çok yalnız hissediyorlar. “Artık işe yaramadığım için arayıp soranım yok” diye düşünüyorlar. Oysa yalnızlık sadece bizim değil, dünyanın yaşamış olduğu bir sorundur. Plandemi sürecinde, hızlı küresel dijitalleşme sonucunda özellikle gençlerin ve yaşlıların ciddî bir yalnızlık sorunu yaşadıkları bilinmektedir. Hatta bu konu ile ilgili 2018 yılında İngiltere’de ve 2021 yılında da Japonya’da birer “Yalnızlık Bakanlığı” kurulmuştur.

“Psikolojik açıdan yalnızlığın tanımı nedir?” diye bakacak olursak, insanın temel psikolojik ihtiyaçları olan bağlanma, bağlılık, aidiyet, birliktelik ve yakınlık gibi hisleri kimseye karşı hissedememe durumu olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanın, çevresinde bunları yaşayacağı kimsenin olmadığı hissine kapılmasıdır. Bu hisse eşlik eden düşünme biçimi, “Ben değerli ve sevilmeye lâyık biri değilim” gibi, diğer insanlardan kendini aşağı ve zayıf görme gibi düşüncesinin eşlik ettiği bir duygu biçimidir.

Yalnızlık çeşitleri nelerdir?

Engin Geçtan, “İnsan Olmak” kitabında yalnızlığı şu şekilde sınıflandırmıştır:

“Kişi, kendini toplumdan soyutlaştırarak yalnızlaşır. Tek başına yaşayan insanlar yalnızlık hissederler.

Çevre tarafından dışlanma nedeni ile yalnızlık, çevre ile olan ilişkileri asgarî düzeye indirerek yalnızlık…

Gerçek yalnızlık, kişinin kendisini anlaşılmamış hissetmesi ve kimsesiz olduğunu düşünmesidir. Geçici olan yalnızlık, kişinin kendi seçimi ve kendi isteği ile yapıcı ve üretici anlamdaki olumlu olan yalnızlık çeşididir…”

Sağlıklı yalnızlık nedir?

Kişinin kendi isteğiyle, geçici ve bir şeyler üretmek için bir süreliğine inzivaya çekilmesidir sağlıklı yalnızlık. Bu sürecin kişiye yapıcı üretkenlik kazandırdığı bir gerçektir. Bazen insan kendisi ile baş başa kalmak, hesaplaşmak ister. Kitap okumak ve yazmak için yalnız kalma isteği, resim yapan ressamın yalnızlığı veya itikâfa çekilen, dua eden insanın yalnızlığı huzur verir. Bunlar insana fayda sağlayan, yapıcı ve huzur veren istisnai durumlardır.

Tekrar yalnızlığa dönecek olursak… Yalnızlık, muhabbeti öldürür. Etrafında başarısını, mutluluğunu paylaşacak kimsesinin olmaması, insanı bir yerde duygusuz biri hâline getirir. Normal bir insanın haz duyduğu şeyler, o kişiye anlamsız ve basit gelir. Bunlar kişinin sağlıklı bir hayat sürmesine engel olduğu gibi, kişiyi bunalıma sürükleyip dönülmez hatalar yapmasına sebep olur. Aile içerisinde bencilce davranışların ve “Ben böyle istiyorum” veya “Benim seçimlerim” gibi bencilce düşüncelerin sonucu, bu kişilerde yalnızlığa mahkûmiyet oluşturur. Kendi elleri ile sonlarını hazırlamış olur bu kişiler. Bu kişilerde iç görü olmadığı için, yine karşı tarafı suçlayarak yalnızlıkları ile yaşamaya devam ederler.

Sosyal destek, psikolojide önemli bir kavramdır. Sosyal desteği, “Bireyin zor durumda olduğu veya başa çıkamadığı bir stres hâlinde çevresindeki insanların ona yardımcı olması” şeklinde tanımlayabiliriz. Bu bize yalnız olmadığımızı, önemsendiğimizi, sevildiğimizi, saygı duyulduğumuzu ve diğerleri ile aramızda bir bağ olduğunu hissettirir. Dinimiz, insanları biriliğe ve beraberliğe teşvik ediyor ve bizlere “sıla-i rahim” dediğimiz akrabalık ve dostluk ilişkilerini emrediyor. Bunlar insanı yalnızlılıktan uzaklaştıran, birlik ve beraberliğe götüren, kişiye iyi gelen davranış ve duygulardır.

Yalnızlık duygusundan kaçışta insanların sığındığı alanlar

Sağlıksız ilişkilere girmek veya bunu sürdürmek: Kronik yalnızlık çekenler normalde ilişki kurmak istemeyecekleri kişilerle iletişimde kalabiliyorlar. Kişide yalnızlık duygusu şiddetli olduğu zaman, ikili ilişkilerde, hiç düşünmeden, karşısındaki kişi ile uyumlu bir birlikteliği olup olmayacağı konusunda sorgulama olmaksızın ve de düzgün, güvenilir, sorumluluklarının bilincinde ve farkında olup olmadığına bakmadan, karşısına çıkan kişi ile temelsiz, sevgi ve saygının olmadığı bir birlikteliğe doğru yol alabilirler. Terk edilme ve tekrar yalnız kalma korkusuyla, istemeseler dahi kendilerine sunulan her şeye “Evet” demek zorunda hissederler. Aradan bir süre geçtikten sonra kendilerine mutluluk vermeyen, tek taraflı fedakârlık ile giden bu ilişki, artık onlar için dayanılmaz olur. Bir taraftan yalnız kalmaktan korktuğu için ayrılamaz, diğer taraftan mutsuz hayatına devam eder.

Maddeye sığınmak: Yalnızlık duygusundan kaçış veya bu duyguyu bastırmak için insanlar, zaman zaman alkol veya bağımlılık yapan diğer maddelere sığınıyorlar. Acıyı daha az hissetmenin yolunun uyuşmak olduğunu düşünüyorlar. Maddenin tesirinden kurtulunca gerçekle tekrar baş başa kalıyorlar. Madde kullanımının hem maddî, hem manevî bakımdan ağır sonuçları oluyor ve bununla zaman içerisinde karşılaşıyorlar. Bazen de durum içinden çıkılmaz bir hâl almaya başlayınca psikolojik destek almaya geliyorlar. İçinde bulundukları çıkmazdan kurtulmak istedikleri ve çaba gösterdikleri zaman çok güzel ve olumlu sonuçlar alıyoruz. Burada niyet ve istekli olmak önemli. “Madde kullanmaya devam edeyim, kafam karışınca da ara sıra psikolojik destek almaya giderim” düşüncesi ile yola çıkanlarla ilerleme olmuyor. Bu tek taraflı kürek çekmeye benziyor ve ne ileri gidebiliyorsunuz, ne geri. Önemli olan, madde kullanımına hiç başlamamak.

Yorucu işler ile zihni ve bedeni meşgul etmek: “Ne kadar çok kendimi yorar veya zihnimi meşgul edersem, içimdeki boşluğu doldurur ve unuturum” düşüncesi ile bu yola başvuruyorlar. Bastırılan duygular, yüzleşilmeyen her duygu, bir süre sonra hem fiziksel, hem psikolojik sorunlar olarak karşınıza çıkıyor. Zihninizi ve bedeninizi yormak yerine psikolojik destek almak, ileride karşılaşacağınız sağlık sorunlarını önleyecektir. Kedisi ile birlikte yaşayan bir danışanım, kedisini kaybettikten sonra bu yalnızlık duygusu ile baş etmenin yolunu, “Kendimi ağır, yorucu işlere verirsem bu duygudan kurtulurum sandım” diyerek açıklıyor örneğin. Çok çalışıyor ve hem bedenen, hem zihnen çok yoruluyor. Sonuç olarak, hem beden, hem de ruh sağlığı ile ilgili sorunlar yaşıyor.

“Yalnızlık, yaşamda bir an/ Hep yeniden başlayan/ Dışından anlaşılmaz.

Ya da kocaman bir yalan/ Kovdukça kovalayan/ Paylaşılmaz.

Bir düşün’de beni sana ayıran/ Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşılsa yalnızlık olmaz.” (Özdemir Asaf)

Psikiyatrist Victor Frankl’in bir gece geç vakitte telefonu çalar, telefonun karşı tarafındaki ses, hayatına son vereceğini ama biraz konuşmak istediğini söyler. Frankl uzunca bir süre dinler karşıdakini. Kapatmaya yakın, “Vazgeçtim” der arayan kişi, “Gecenin bu geç saatinde bir insan beni bu kadar süre dinleyebiliyorsa, bu dünyada hâlâ ümit var demektir”. (Victor Frankl, 1967)

Zamanın su gibi akıp geçtiği, mutluluğun, iyiliğin paylaştıkça çoğaldığı şu kısa dünya hayatında her zaman bir ümit ve çıkış yolu vardır.

Bipolar Bozukluk

Bipolar Bozukluk için bilgi mi arıyorsunuz? Bipolar Bozukluk makalesine göz atın ve Bipolar Bozukluk hakkında daha fazla bilgi edinin

Atak ortaya çıkmadan bazı belirtiler görülür, örneğin uyku bozuklukları başlar; böyle durumlara karşı ailenin uyanık olması, hastanın doktorunu hasta hakkında bilgilendirmesi, hastaya erken müdahale edilip erken şekilde tedavi edilmesi açısından önemlidir.

ÇEVREMİZDE bulunan bazı insanların gelirlerinin çok üstünde harcamalar yaptıklarını ve borç yükü altına girdiklerini görüyor veya duyuyoruz. Bu gibi hesapsız yapılan aşırı harcama davranışının altında psikolojik sorunlar yatmakta olabilir. Bu kişiler, yapmış oldukları aşırı harcamaların bir rahatsızlık sonucu olduğunu bilmiyor veya yapmış oldukları davranışların normal olduğunu iddia ediyor olabilirler.

“Bipolar bozukluk” olarak tanımlanan bu hastalığın mani döneminde, hastalar kendilerini çok mutlu, enerjik, kıpır kıpır ve yerinde duramayan bir ruh hâlinde hissettikleri için aşırı para harcama, cebindeki parasını dağıtma, bankadan krediler çekip başkalarının ihtiyaçları için harcama, gayrimenkullerini satışa çıkarma gibi davranışlar gösterebilirler. Sonuç olarak bu durumdan sadece kişinin kendisi değil, aile ve çevresindeki insanlar da etkilenir. Aile içinde çatışma ve anlaşmazlıklar yaşanır.

Mani döneminde para harcama davranışı çok fazla artar; bazen öyle borçlar yaparlar ki atak geçtikten sonra, “Ben ne yapmışım? Bu harcamaları ben mi yaptım?” diye pişmanlık duyarlar.

Bipolar bozukluk nedir?

Bipolar bozukluk, diğer bir adıyla “manik depresif bozukluk”, kişinin ruh hâli, enerjisi, konsantrasyonu ve günlük yapılan aktivitelerini yerine getirme becerisini etkileyen psikolojik bir rahatsızlıktır.

Bipolar bozukluk, kısaca “maniden depresyona kadar uzanan ruh hâlindeki aşırı değişiklikler” olarak tanımlanır. Zaman zaman bu kişilerin ruh hâlinde iniş ve çıkışlar olduğu gibi, bu kişilerin normal ruh hâlinde oldukları dönemler de olabilir. Diğer bir adıyla “iki uçlu duygu durum bozukluğu” yani “çift ruh hâli değişimi” de diyebiliriz buna.

Bipolar bozukluk, süresi uzun ve karmaşık bir duygu durum hastalığıdır. Manik, hipomanik ve depresif ataklar olarak ortaya çıkabilir. Hasta olmayan insanların ruh hâllerinde (anî) iniş çıkışlar olmaz. Fakat bipolar bozukluk tanısı almış hastaların ruh hâllerinde, gündelik hayatlarını etkileyecek şekilde iniş çıkışlar olduğu gözlenebilir.

Bipolar bozukluk neden kaynaklanır?

Kesin nedeni bilinmemekle birlikte, ailede, birinci derecede yakın akrabalarda varsa görülme oranı yüzde 25’tir. Genetik olması önemli olmakla birlikte tek sebep bu değildir. Tek yumurta ikizlerinden birinde bipolar bozukluk varsa, diğer ikizde bu hastalığın görülme olasılığı yüzde 45’e, hatta yüzde 60’a kadar yükselmektedir. Yapılan araştırmalar, bu hastalığın beyindeki bazı biyokimyasal maddelerdeki bir dengesizliğin sonucu olduğunu düşündürmektedir.

Bipolar bozukluk, genellikle 15-24 yaş arasında görülür ve genellikle yaşam boyu sürer. Her yaşta görülebilir (7’den 77’ye) ama en sık 20’li yaşların başında başlar. Kadın ve erkek arasında görülme sıklığı açısından bir fark yoktur. Bu hastalığın dönemlerine göz atacak olursak, bir tanesi taşkınlık (mani), diğeri ise çökkünlük (depresyon) dönemleridir. Hastalığın birbirine zıt iki evresi vardır.

Mani veya taşkınlık dönemi, duygu durumun çok yükseldiği, hastanın aşırı coşkulu ve mutlu olduğu dönemlerdir. Bu dönemde hastanın zihninde abartılı düşünceler âdeta yarış içinde olur. Ayağı yere basmayan projeler, büyük fikirler, kendini aşırı enerjik hissetme, uyku ihtiyacında azalma, bir iki saatlik uyku ile ayakta kalabilme, hatta uykuya ihtiyacı olmadığını söyleme, sonunu düşünmeden önemli kararlar alma eğilimi, çok fazla para harcama, süratli araba kullanma gibi belirtileri örnek olarak verebiliriz.

Bipolar bozukluğun mani dönemi belirtileri şunlardır: Sürekli heyecanlı hissetmek, aşırı derecede enerjik hissetmek, iyimserlik, az uyumak, düşünce değişimindeki hız, hızlı konuşmak, cinsel istekte artış, dikkat dağınıklığı, iştah problemi, alkol ve uyuşturucu kullanmak…

Bipolar bozukluğun depresyon dönemi belirtileriyse şunlardır: Enerji düşüklüğü, ümitsizlik hissi, unutkanlık, iştah problemleri, hiçbir şeyden zevk alamamak, yorgunluk, aileden ve yakın çevreden uzaklaşmak, kendini değersiz hissetmek, içe kapanıklık…

Mani döneminde bazı hastalar müthiş fikirlerinin olduğunu, harikulâde işler yapacaklarını söyleyerek tedavi olmayı reddedebilirler. Dürtüsel hareket ettikleri için alacakları yanlış kararlar veya uygunsuz iş anlaşmaları, hasta ve ailesini sıkıntıya sokmaktadır. Depresyon döneminde ise mani döneminin tam zıddı bir ruh hâli gözlemlenir. Bu dönemde üzüntü, ağlama, değersizlik, suçluluk gibi problemler ortaya çıkabilir. Buna ek olarak, intihar girişiminde bulunabilirler.

Ailenin de bu hastalık hakkında bilgi sahibi olması gerekir. Hastaya nasıl davranmaları gerektiği ve yaşanması muhtemel durumlar karşısında nasıl tedbirler alınması gerektiğini öğrenerek, hem kendileri bilinçlenmiş olacak, hem de hastanın davranışlarının bir hastalık sonucu olduğunu kabul edip bilinçli şekilde yaklaşmış olacaklardır. Bu hastalık hakkında evde aile, okulda öğretmen, iş yerinde işveren bilgi sahibi değilse, hastanın hayatı daha da zorlaşıyor. Hasta, kendisinden beklenti içinde olan insanların beklentisini yerine getiremez ve böylece sırtındaki yük ağırlaşır, bu yükün altında ezilir. Yaşamış olduğu başarısızlıkların hastalığından dolayı olduğunu anlattığı zaman ise öğretmeni veya işvereni kendisine inanmayabilir. Bu durumda hasta kendisini işe yaramaz, hiçbir şeyi beceremeyen biri olarak görüp içine kapanır.

Bu hastalığa sahip olmak veya bu hastalığı yaşıyor olmak, kimsenin hatası ya da suçu değildir. Kendinizi ya da bir başkasını suçlamayın! “Böyle bir hastalık var ve bununla yaşamaya alışmalıyım” diyerek, kabullenip bilinçli hareket edildiği sürece üstesinden gelinemeyecek sorun yoktur. Burada hastanın ailesine de sorumluluk düşüyor. Onu anlamaya çalışmak, destek olmak, sevildiğini hissettirmek çok önemli! Çünkü bu hastalar çok kırılgan oluyor, çevrelerindeki insanların kendilerini anlamadıklarını, kendilerinden beklenti içinde olduklarını, örneğin “Bir an önce okulunu bitirip iş bul, bir işe girip düzenli çalış” gibi istek ve beklentileri olduğunu söylüyorlar. Atak dönemlerinde bu beklentiler kişiyi çok zorluyor.

Bipolar bozuklukta tedavi yöntemleri

Bipolar bozukluk tedavisi, kişinin yaşına ve durumuna bakılarak farklı tedavi plânıyla uygulanmaktadır. Bu plân psikiyatrist eşliğinde yapılmalıdır.

Bu hastalığın tedavisinde asıl önemli olan, koruyucu tedavidir. Çünkü ataklar geçicidir ama tekrarlama riski her zaman vardır. Ataklar başlamadan belirtilerin tanınması ve zaman kaybetmeden doktor ile iletişime geçilmesi, koruyucu tedavide esastır.

Bipolar bozukluğun manik, ağır depresif, intihar riski ve ciddî saldırganlık eğilimi olan dönemlerinde mutlaka hastanın hastaneye yatırılarak tedavi olması gerekir. Hasta ve çevresi açısından bu durum önem taşımaktadır.

Tedavideki temel amaç, kişinin duygu durumunu stabil hâle getirebilmek, duygu durumunu dengeleyebilmektir. Yani mani ve depresyon ataklarını engelleyebilmektir. Veya bir şekilde atak gerçekleşmişse o atağı tedavi etmektir.

Takip ve tedavi sürecinde ailenin rolü büyüktür. Ailenin hastalık hakkında bilgi sahibi olması, hastaya gereken sosyal desteği sağlayabilmesi çok önemlidir. Atak ortaya çıkmadan bazı belirtiler görülür, örneğin uyku bozuklukları başlar; böyle durumlara karşı ailenin uyanık olması, hastanın doktorunu hasta hakkında bilgilendirmesi, hastaya erken müdahale edilip erken şekilde tedavi edilmesi açısından önemlidir.

Ve sevgi, en güçlü ilâçtır!

Sağlıklı, mutlu ve huzurlu günler dilerim…

Ebeveyn Tutumlarının ve Benlik Saygısının Birbirleriyle Olan İlişkileri

Psikoloji için bilgi mi arıyorsunuz? Ebeveyn Tutumlarının ve Benlik Saygısının Birbirleriyle Olan İlişkileri makalesine göz atın ve Psikoloji hakkında daha fazla bilgi edinin

Benlik kavramı tanımlanmaya çalışılırken bireyin içerisinde bulunduğu sosyal çevrenin ve çocuk için çok fazla önemi olan bireylerin; ebeveynlerin, öteki kardeşlerin ve arkadaşların etkisi büyüktür. Çocuğun kendisi hakkında zihnine yansıttığı görüntüsü ile bağdaşmakta olan benlik kavramı, ilk başta çocuğun ebeveynlerinden, öteki kardeşlerinden ve arkadaşlarından öğrenerek ortaya çıkartmaktadır. Bahsedilen öğrenme süreci, bebeklik dönemi ile başlar ve sonrasında da devam eder. Çocuk ilk defa kendilik kavramını ailesinin bulunduğu ortamda geliştirir. Ailede, çocuk için örnek teşkil edebilecek ilk insanlar anne ve babadır. Çocuk, ebeveynleri ile ilişkilerini olumlu düzeyde tutabilmişse kendi yeteneklerinin farkında varabilir. Farkına vardığı yeteneklerini geliştirici olur ve kendisi ile ilgili olumlu düşüncelerine bu şekilde ulaşabilir. Eğer ebeveynler ile ilişki olumsuz biçimde kurulursa, çocuk her seferinde engellenen konumunda olacağı için kendilik gelişiminin yeterli düzeyde olmayacağı düşünülebilmektedir (Akt. Ersanlı, 1991). Ebeveynlerde ve çocukta kontrol altında tutulabilen ve tutulamayan çeşitli etkenlerin kendilik saygısı kavramına karşın etkin nitelikte oldukları görülebilmektedir. Yaş, cinsiyet, ırk, sosyal ve ekonomik seviye, miras alınan gen yapısı ve sağlıklı olmak gibi faktörler, çocuğun kontrol edebilirliğinde olmazken, yaşadığı evin bulunduğu çevre, ebeveynleri ile arasındaki ilişki ebeveyn tutumları ve akran ile arkadaş ilişkileri gibi etkenlerin değişkenlikleri daha fazladır. Bütün bu etkenler, çocuktaki kendilik saygısının düşük olması tehlikesi altında incelenmelidir (Akt. Dalgas, 2006).

Çocukluk dönemi süresince, kendilik saygısı algılamasının güçlü düzeyde gelişim göstermesi, çocukların hayatlarının erken dönemi beraberinde ebeveyn stresliliği, çocuk sosyal çevre tarafından baskılanma ve suç işlemeye teşvik eden tutumlara karşı gelmekte ise oldukça değerlidir. Düşük düzeyli kendilik saygısı çocuklarda, yetersiz düzeyde sağlıklılık durumuna, sigara ve çeşitli maddeler kullanımına, akademik yeterlilikte düşüklüğe, depresyona, öz kıyım girişimleri örnekleri gibi normal olmayan sosyal içerikli davranım göstermeye sebep olmaktadır. Tüm bunların yanısıra kendilik saygısının yüksek yeterlilikte olması, akademik başarı artışına, yeterli sağlık düzeyine ve davranımların yapıcı nitelikli olabilmesine sebebiyet vermektedir. Birçok araştırma sonucunda kanıtlanmış olarak, kendilik saygısı seviyesinin çok daha başarı elde edilmiş bir hayata ve sağlıklı olabilme durumunu sürdürmeye devam edecek nitelikli davranışlar için güdülenmenin artışına sebep olduğu desteklenebilmektedir (Akt. Dalgas, 2006). Kendiliğin ortaya çıkmasında aile tanımlaması önem görür. Gelişim dönemlerinden olan ergenlik sürecinde toplumsallığın ve ailenin kıymetini içsel olarak algılayan insan, standart oluşturmaya başlar, değerlendirmelerinde oluşturduğu standartları temel alır. Ergenlik sürecindeki insanlar fiziksellikleri, kabiliyetleri, üstünlükleri yönünden kendilerini değerlendirirler. Kişinin ailesine bağlı olması, akademi yönünden yeterlilik veya yetersizlik hisleri edinmesi, sosyal çevreye gösterdiği uyum, kariyer ve eğitim amaçlarındaki gibi etkenler bireyin kendisi ile ilişkili görüşlerinin ortaya çıkmasında etkilidir (Akt. Offer ve ark., 1992).

Ergen bireyin zaman içerisinde kendi özelliklerinin farkındalığına daha fazla varması ile, kendilik algısının ortaya çıkması hızlanır (Akt. Demiriz, Oğretir, 2007). Kuzgun (1985) araştırmalarında, ebeveyn ile ergen birey arasındaki ilişkinin demokratik özellikli olmasının yakınlığı ve özdeşleşmeyi destekleyici olduğunu, ergen bireyin kendisine güveni olan, uyum sağlayan, yaratıcı özellikli ve düzen sahibi insanlar olabilmelerinde etkili olan benlik algıları geliştirebildiklerini ortaya koymuştur.

Aile, çocuk bireyin ruhsal ve bedensel açıdan sağlıklı ve mutlu bir yaşama devam edebilmesi için ihtiyaç duyduğu bakımı, bireyin sevildiği ortamda yaşaması ve büyümesi haklarını korumayı sağlama görevlerini üstlenmiş en küçük kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Çocuğun kişiliğinin gelişmesi, çocuğun korunması ve ona gereken destek ve ilginin sağlanabilmesi ile ilgili önemli görevlerine rağmen ebeveynler, bazı zamanlarda ideal ortamı oluşturmayı başaramamaktadırlar (Akt.Polat, 2001).

Çocukların kendi ayaklarının üzerinde durabilen, kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen yüksek düzeyde benlik saygısına sahip doyumlu kişilik sahibi olarak büyümesi bireye sunulan fırsatlarla ilgili iken; yakın ve bilinçli çocuk- ebeveyn etkileşimi benlik kavramına pozitif yönde katkı sağlar. Bunun sebebi çocukların ebeveynlerini rol model olarak, özdeşim kurulacak bireyler olarak görmeleri; çocukluğun ilk senelerindeki ebeveyn davranışlarının çocukların temel özelliklerinin ortaya çıkmasındaki sebep olmasında oldukça önemli rol oynamasıdır (Akt. Gürsoy, Çoşkun, 2006; Erkan, 2011; Berk, 2012, 2013). Ebeveynlerin çocuklarına karşı sergiledikleri davranışlar kalıtım etkeni kadar değerlidir ve sevginin olduğu, meraka izin gösteren, eğitimde düzenli olan, çocuğun kendi problemlerinin üstesinden gelmesine olanak sağlayan ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar kendileri hakkında pozitif düşünceler geliştirerek, kendiliklerini yeterliliğe ulaşmış kişiler olarak algılama göstereceklerdir (Akt. Güler, 2009).

Özellikle ergen bireyin psikolojik gelişiminde, ailenin kendi içerisinde kurmuş olduğu iletişim ve etkileşim seviyesi oldukça önemli görülmektedir. Otoriter özellikli aileler, genelde ergen bireyi çocuk kimliğinin bir bütünü olarak görürken demokratik özellikli ailelerdeki ebeveynler; ergeni büyümekte ve sürekli gelişim göstermekte olan bir birey olarak algılamaktadırlar. Ergen bireyin hatalarını ve doğrularını, onun sorumluluk alanı içerisinde ve kişi olabilme özelliklerinin sonucunda ortaya çıkmış olgular olarak görmektedirler (Akt. Öncü, 1992). Ebeveynler kendi çocuklarına karşı otoriter oldukça onlara karşı sıkı bir disiplin ve ceza yolunu kullanabilmektedirler. Otoriter yaklaşım da çocukta kendilik saygısında düşüş görülmesine, endişeli ve nevrotik kişilik oluşmasında etkilidir. Bu davranış biçimi çocukların yaşadıkları çevrelerine bağımlı olmalarına, öz güvenlerinin daha az olmasına, madde kullanımlarına, depresif özellikli hastalıklara ve suç kavramına yakın olmalarına sebebiyet vermektedir (Akt. Kuzgun, 2005).

Demokratik özellikli aileler ile yapılan araştırmalarda yetiştirme tarzlarının olumlu sonuçları ortaya konulmuştur. Bu tür ailelerde yetişmiş olan ergen bireyler akademik yaşamda daha başarılı, stres ile başa çıkmada zorlanmayan, ortamlarda uyum sağlayan ve benlik saygıları daha yüksek olan bireylerdir. Bu yetiştirme türünde çocuğa sergilediği davranışın neden yanlış olduğu ya da kabul edilemeyecek olduğu açıklanır ve bu durumda davranışa alternatif olarak sunulacak farklı davranış biçimleri önerilir. Cezaların öğretici olmasına dikkat edilir. Bu tür yetiştirme tarzında ebeveyn kavramı ve ailenin tam olarak ne olduğu öne çıkarken, ergen birey aile olma kavramının farkındalığını edinir. Ergen birey tüm bunların sonucu olarak hata yapmanın oldukça olası olduğunu fark eder, yeni denemeler yapar ve denemelerinde becerilerinin farkına varır. Bireyin kendisine karşı güveni gelişme gösterir. Bu durum bireyin gelişmekte olan benlik saygısını olumlu yönde etkiler (Akt. Adams, Gerald, 2003).

Aile içerisinde anne ve babanın olağanın üstünde baskıcı ve otoriter tutum içerisinde olmaları, çocuğun kendilik saygısını, kendine verdiği değeri azaltır. Çünkü, kendilik saygısı, çocuğun düşüncelerinin önemli olarak görüldüğü, sözlerinin dinlendiği, anne ve babasından destek gördüğü, başka bir deyişle insan olarak kendisini değerli gördüğü bir ortamda ancak filizlenerek gelişir. Çocuklarını olduğu gibi kabul ederek ona karşı destekleyici tutum gösteren, çocuğu motive eden ebeveynler, çocuğun benlik tanımlamasının olumlu olmasına ve kendilik saygısının gelişmesine yardımcı olurlar (Akt. Yavuzer, 1995). Kendilik kavramı hakkında ortaya çıkartılan araştırmalarda, ebeveynlerin tutumlarını demokratik nitelikli olarak algılayan öğrencilerin kendilik kavramları düzeyinin; ebeveynleri aşırı düzeyde koruma gösteren, ilgisiz kalan ve otoriter algılayanlara göre daha yüksek düzeyde olduğu gözlemlenmiştir (Akt. Kaya, 1988). Özellikle çocuklara karşı gösterilen otoriter ve ilgili olunmayan tutumlar, çocuğun benlik kavramı gelişiminin olumsuz şekilde etkilenmesine sebep olmaktadır.

Ebeveynin çocuğa karşı cesaret, güven, övünç ve sevgi vermesi gerekirken çocuğu reddetmesi, ona karşı sürekli eleştirel davranışlar sergilemesi çocuğun kendisine olan saygısının gelişimine engel olurken, çocuğun aşağılık duygusu geliştirmesine sebep olmaktadır (Akt. Morgan, 1984). Ebeveynlerin çocuklarına karşı gösterdikleri itici tutumlar çocuğun kendi benliğini değersiz olarak görmesine yol açmaktadır (Akt. Geçtan, 1986). Ailelerin hangi bireylerden bir araya geldiği fark etmeksizin bu bireylerin; sosyal, ekonomik ve duygusal ilerlemelerine destek vermek ve bu yönlerini iyileştirmek gibi bazı fonksiyonları vardır. Tüm bunlar gerçekleştirmeye çalışılırken aile sistemli bir çalışma sergilemekte, alt sistemlerle de birlikte iletişim kurarak canlı bir kurum özelliği ortaya koymaktadır (Akt. Gladding, 2011). Yapı bütünü olarak aile içerisinde bulunan kişiler, kendi aralarında ve tüm aileyle birlikte ilişki içerisinde olurlar. Bu sebeple aile yapısının içerisinde ya da tamamen dışında kişilerin hareketlerinin, aile yapısının içerisinde bulunanlara ve aile yapısının tümüne etkileri bulunmaktadır. Bahsedilen bu kurumdan çocuk faktörünü ayrı tutmak ve onu aileden ayrı anlamlandırmaya çalışmak pek olası değildir (Akt. Gladding, 2011). Tüm bu sebeplerden ötürü çocuğun duygusal ve sosyal olarak uyum sağlayıp sağlamadığı ölçülmeye çalışılırken aile yapısı arka planda bırakılamaz.

Bunların yanında bireyin hareketleriyle ilgili olarak tek sebep ve tek boyutlu açıklama çalışmaları genellikle istenilen yeterlilik düzeyine ulaşamaz. Bunun sebebi insan hareketlerini etkileyen etkenlerin birbirleriyle ilgili ve ilişkili olmalarından kaynaklanır (Duru, 2008). Demokratik ve ilgili ortamlarda gelişim gösteren çocukların akran etkileşimlerinde diğerlerine oranla etkin, girişimci, yaratıcı düşünceler öne atabilen, düşüncelerini rahatlıkla söyleyebilme kabiliyetine sahip olan, kendini denetleme yeteneğine de akranlarına oranla daha önceki yaşlarda eriştikleri gözlemlenmiştir. Bunun karşıtı olarak katı bir düzene maruz kalan ya da eğitim yöntemlerinde tutarsızlıkla ve değişimlerle karşılaşarak gelişim gösteren çocuklar da ise kurallara uymak üzerine zor durumlar yaşama ve agresif davranışlar sergilemek gibi çeşitli yöntemlerle kendi varlıklarını kabul ettirme çabaları ve içlerinde bulunan dünyayı anlatmakta problemleri olduğu gözlemlenmiştir (Akt. Yavuzer, 2006).

Benlik kavramını etkileyen etkenlerin incelendiği araştırmalardan birinde ise çocuğun anne tarafından algıladığı davranış kontrolünün ergen bireyde de davranışlarını kontrol edebilme yeteneğini arttırdığı gözlemlenmiştir. Fakat psikolojik kontrolün benlik kavramını olumsuz yönde etkilediği görülmüştür (Akt. Kındap ve ark. 2008).

Başka incelemelerde de ailedeki birlikte olabilme durumunun çocuklardaki kendilik saygısı, kendilik yeterliliği ve benlik kavramlarını pozitif taraflı etkilediği, ailenin denetimli olduğu durumlarda ise çocukların kendilik saygılarının, kendilik yeterliliklerinin ve benlik kavramlarını negatif taraflı etkilendikleri gözlemlenmiştir. Çalışmalardan toparlanan ortak bir sonuç olarak çocuğun kontrol algısına destekte bulunan ve çocuğun kontrol algısını çoğaltan anne baba davranışlarının benlik kavramını ve yeterlilik inancını çoğalttığı, fakat çocuğun kendiliğinin farkına varılmasına onay sağlanmadığından ve çocuk üzerinde kontrol oluşturulmaya çalışıldığından yüksek düzeyde katı ve baskıcı anne- baba davranışları çocuğun benlik tanımını negatif taraflı etkilemiş olduğu ortaya çıkartılmıştır (Akt. Yazıcı ve Taştepe, 2013).

Beden İmajı Nedir?

Psikoloji için bilgi mi arıyorsunuz? Beden İmajı Nedir? makalesine göz atın ve Psikoloji hakkında daha fazla bilgi edinin

Kişinin kendisi hakkında sahip olduğu zihinsel temsil, gerçekte nasıl göründükleri ile ilgili olabilen veya olmayabilen vücut imajlarıdır. Birinin ebeveynlerinin görüşleri, diğer erken deneyimleri, duygular veya ruh halleri gibi içsel yönleri ve diğer etmenler, kişinin bedenine ilişkin algısını değiştirebilir. Olumsuz beden imajının şiddetli bir biçimi olan beden dismorfik bozukluğu, kişinin görünüşündeki küçük veya algılanamayan bir kusura karşı aşırı bir saplantı ile karakterize edilir.

Küçük yaşlardan itibaren beden imajımızı oluşturmaya başlarız. Küçükken, etrafımızdaki tüm mesajları emen küçük süngerler gibiyizdir. Bu sinyaller dünyayı, diğer insanları ve kendimizi nasıl gördüğümüzü etkiler.

Gençken bazen etrafımızdakilerden veya duyduğumuz şeylerden net mesajlar alırız. Örneğin, aile üyelerinizin sizin veya diğer insanların görünümü hakkında yaptığı yorumlar, sonuç olarak neyin arzu edilen veya istenmeyen bir fiziği betimlediğine dair fikirlerinizin oluşumunu etkilemesi mümkündür.

Çocuklar ayrıca medyadaki bilinçdışı mesajlara ve diğer dolaylı mesajlara karşı hassastır. Örneğin, bir televizyon programında, tüm popüler çocuklar belirli bir vücut tipine sahipken, kötü ya da popüler olmayan çocuk kilolu olarak tasvir edilebilir. Bu, daha büyük bir vücuda sahip olmanın istenmediğini ifade etmenin bir yoludur.

Olumsuz Beden İmajının Etkileri

Bir kişinin okuldaki veya profesyonel kariyerindeki performansı, ilişki tatmini ve genel yaşam kalitesi, olumsuz bir beden imajına sahip olmaktan etkilenebilir. Kişi sıklıkla bacaklar, göğüsler veya burun gibi belirli bir özelliğe odaklanabilir. Ancak, bu iddia edilen kusur diğer insanlar tarafından görülmez. Kişinin kendi bedeni hakkındaki bu tür olumsuz düşünceleri, bireylerin işlevsiz bir şekilde bir ‘kusur’a odaklanmasına neden olur, hatta bazıları sık sık kozmetik cerrahlara gidebilirler.

İnsanlar genellikle beden imajı kaygısı sebebiyle vücudun hayati işlevini gözden kaçırırlar, ancak vücudumuz aynı zamanda başka birçok hayati amaca hizmet eder ki bu çok daha önemlidir.

Vücudunuzun sizin için başarabileceği her şeyi düşünün. Vücudunuzun her bir parçasına teşekkür edin. Sevdiğiniz insanları kollarınızda tutabilir misiniz? Bacaklarınız sizi gideceğiniz yerlere taşıyor mu? Bir şeylere dokunmak için ellerinizi kullanabiliyor musunuz? Hayatınız boyunca size yardımcı olduğu tüm yollar için vücudunuza bir teşekkür gönderin.

Beden imajıyla mücadele eden birini nasıl destekleyebilirsiniz?

Bir kişiyi ne kadar güçlü bir şekilde etkilediğine bağlı olarak, olumsuz beden imajının üstesinden gelmek zor olabilir. Arkadaşınızı duygularını ifade etmesi için teşvik edin, ancak görünüşleri veya kiloları ile ilgili herhangi bir eleştiriden kaçının. Ayrıca arkadaşlarınızla sağlıklı beslenme ve egzersiz gibi yapıcı faaliyetler için bir araya gelebilirsiniz. Arkadaşlarınıza onları nasıl göründükleri için değil, onları oldukları gibi sevdiğinizi söylemeyi unutmayın. Arkadaşınızı dış görünüşünden ötürü övmek de yanlış bir şey olmasa da görünüşüyle hiçbir ilgisi olmayan şeylere dikkat etmek bazen daha faydalı olabilir. Örneğin, arkadaşınıza mizah

anlayışı, cesareti, zekası veya harika karakteri hakkında iltifat edebilirsiniz. Bir kişinin karakter özelliklerine daha fazla vurgu yaparak, dikkati onun dış görünüşünden uzaklaştırabilirsiniz.

Daha Genç Kalabilmek

Dermatoloji Uygulamaları için bilgi mi arıyorsunuz? Daha Genç Kalabilmek makalesine göz atın ve Dermatoloji Uygulamaları hakkında daha fazla bilgi edinin

Daha Genç Kalabilmek; Tarihsel Açıdan Bakış ÖZET Güzellik felsefi olarak yaşamın anlamını veren ancak bilimsel olarak ölçülemeyen soyut bir kavramdır. Güzelliğin olduğunu biliyoruz çünkü onu gördüğümüzde anlıyoruz. Güzellik kişiler arasında bireysel farklılıklar gösterir. Binlerce yıl önce bayanlar güzellik için derilerine ekşimiş süt, kahve, yağ ve bitki ekstreleri kullanmışlar.

Güzellik felsefi olarak yaşamın anlamı olan sevgi ve bilgi (philia”= sevgi “sophia”= bilgi), bilimsel olarak var olan ölçüsü olmayan soyut bir kavram. Yaşamın önemli bir parçası olan güzellik her bireyi farklı etkiliyor. Bazı bireyler çok değer verirken bazı bireyler daha az önemseyebiliyor. Güzellik algısını hissetmek kişilerin hoşuna gider. Güzel olan her şey daha fazla ilgi oluşturur. Tarihsel olarak geçmişten günümüze yüzün güzelliği önemli olmuştur. Yüz dünyayı algılamamız ve görmemizi sağlar, dünya da bizi yüzümüzle görür. Çevremizle ilk iletişimi kuran yüzümüz konuşmadan iletişim kurar. Yüz mimikleri ve beden hareketlerimizin dili ilk algının oluşmasında oldukça önemlidir. Yüze atılan bir bakış kişinin yaş, sağlık, güzelliği ile ilgili bir algı oluşturur. Yüz şekli, yüzdeki gölgelenmeler, renkler, deri kıvamı bu algının oluşmasında önemlidir. Kalp şeklinde bir yüz gençlik, kare şeklinde bir yüz yaşlılık, tombul yanaklar gençliği gösterir. Kozmetik kullanımında amaç yüzde canlılık, parkalık, ışıltı, aydınlık yani daha genç bir görünüm oluşturmaktır. İnsanoğlu, tarih boyunca bedenini güzelleştirmek için çareler aramıştır. Bunun en belirgin örneği, ilkel toplulukların yüzlerini bitkisel veya madensel boyalarla boyamalarıdır

Kadınlar ilk çağlarda bile bitkileri güzelleşmek için kullanmışlardır. Hatta Romalılar göz bebeklerini büyük gösteren Belladona bitkisini, bir süre etrafı puslu görmeyi göze alma pahasına kullanmışlardır. Atropa belladonna bitkisinin yapraklarından atropin elde ediliyor. Bella-Donna İtalyanca’dan köken alır ve güzel kadın anlamına gelmektedir. Yapılan çalışmalarda atropa belladona’nın yara iyileşme süresini kısalttığı, kollajen üretimini artırdığı gözlenmiştir. 1 Herodotos’a göre, Seytes kadınları da, servi ve sedir ağaçlarının odunu ile günlüğü, sert bir taşın üzerinde ezerek suyla karıştırıp bir macun hâline getirir ve bu karışımı yüzlerine, bedenlerine sürerlermiş. 2 Göz kozmetiklerinin kullanımı MÖ 4000 yılına uzanıyor. Malakit ve antimondan elde edilen pudra ile yanık badem veya siyah bakır oksit, kahverengi kil bileşimleri ile elde edilen karışım alt ve üst göz kapaklarına sürülürmüş. 3 Göz kapaklarına sürülen bu karışımların gözleri bakteriyel ve paraziter enfeksiyonlardan koruduğuna inanılırmış. 4 Oymacılık, heykeltraşlık ile insanlar taş ve tahtalara şekil vererek, işleyerek parlak ve düzgün bir görünüm oluştuğunu öğrenmişler. Benzer işlemleri deride uygulayarak daha parlak bir görünüm elde etmek çok uzun sürmemiş. Deride soyma ve abrasyon oluşturarak güzelleşme ile ilgili çok sayıda kozmetik uygulama ritüeli var. Yüzlerce yıl Endonezyalı kadınlar yüzlerini kahve çekirdeği sürerek daha parlak ve canlı bir görünüm elde etmeye çalışmışlar. Kahve çekirdeğinde bulunan kafeik asit güçlü antioksidan ve kollagen üretimini artırıyor. Kafein günümüzde deri sıkılaştırıcı olarak kullanılıyor, bazı kozmetik ürünlerin içeriğinde var. 5-7 Günümüzde popüler olan anti ageing Argan yağının önemli bir bileşeni kafeik asit’tir. 8 Hindistanda kadınlar yüz ve vücutlarına süt ile buğday kabuğu veya gram unu ile karıştırarak kullanmışlar. Laktik asit ve protein mekanik eksfoliasyon etkisi oluşturuyor. 9 Kleopatra’nin eksimis sut banyosuyla aslinda günümüzde uygulanan cildi soyma islemini yapiyor. Eksimis sut, doğal hidroksi asitlerden biri olan soyma etkili laktik asit konsantresi içeriyor. 10 Asya’lı kadınlar yüzlerine mısır nişastası ve sonrasında gül suyu sürmüşler. Gül suyu asterajen, deride sıkılaştırma oluşturuyor, pozların kapanmasını sağlıyor, anti-inflamatuvar özelliğe sahiptir. 11,12 Mısırda deride soyma işlemleri için kaymak taşı, ponza taşı, tuz ve yağ karışımı ile yapılmış. M.Ö 1500’de Mısır’da akne skarları zımparalanarak tedavi edilmeye çalışılmış. 13 Hindistan’da idrar ve sünger taşı ile yüz soyma işlemi yapılmış. İdrar ne asidik ne de bazik olan su içeresinde üre içeriyor. Günümüzde üre düşük konsantrasyonlarda hidrofilik yüksek konsantrasyonlarda keratolitik özelliğinden dolayı çok sayıda kozmetik ürün içeriğinde kullanılıyor. 13 Japonyada Geyşalar yüzlerini parlatmak için tuz ve krem karışımları kullanılmış. Prinç kepeği karşımı kremleri maske olarak kullanılmış. Prinç kepeğinde bulunan gama orizanol gamma oryzanol güçlü anti oksidan ve kollajen uyarıcısı olduğunu gösteren çalışmalar vardır. 14,15 Tarihsel olarak incelendiğinde bilgi ve teknolojinin çok sınırlı olmasına rağmen insanlar gözlemlerini birbirlerine aktarabilmişler. Günümüzde kullanılan bazı kozmetik içeriklerde bu ürünlerin kullanıldığını görülmektedir.