Tükenmişlik ile nasıl baş edilir?

Tükenmişlik Sendromu günümüzde oldukça yaygınlaşmış olup bireyin iş hayatında yaşadığı zorluklar karşısında işlevselliğini bozması ve duygu durumuna olan negatif yönde etkisiyle karakterize bir problemdir. Bu makalemde Tükenmişlik Sendromu’ nun tanımını, belirtilerini ve önerimi sizlerle paylaştım. Keyifli okumalar!

TÜKENMİŞLİK İLE NASIL BAŞ EDİLİR?

Tükenmişlik sendromu, Freudenberger tarafından ortaya atılmış olup ilk olarak gönüllü sağlık personellerinde görülmekle birlikte bireyin iş hayatında duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı boyutları ile karakterize bir stres türü olarak tanımlanabilir.

Modern çağda yaygınlaşmış bu sendrom sabahları dinlenememiş uyanmak, çalışmaya karşı hevessizlik, mutsuzluk ve hatta somatik belirtilerle kendini göstermektedir.

Bu durumla başa çıkmak için önce bu sendromun kaynağının bulunması gerekir.

Tükenmişlik sendromu her bireyin tükenmişliğinin sebebinin farklı olmasıyla birlikte bunlar; iş yükünün fazla olması ya da işin çalışana basit gelmesi, iş ortamında kişilerarası çatışma yaşanması, mobbinge maruz kalma veya aile ya da sosyal hayatındaki problemlerden dolayı işe kendini verememek olabilir. Eğer bu stres etkin baş etme stilleriyle yönetilemiyorsa vücudumuz ruhsal, fiziksel ve zihinsel reaksiyon vermeye başlar.

Tükenmişlik sendromunun belirtilerini fiziksel, ruhsal, zihinsel ve davranışsal olarak incelemek doğru olacaktır.

Fiziksel

  • Yorgunluk
  • Uyku sorunları
  • Bağışıklık sisteminde zayıflama
  • Baş ağrısı
  • Mide bulantıları görülebilmektedir.

Ruhsal

  • Özgüvende düşüş
  • Tatminsizlik
  • Öfke kontrolünde sorun
  • Umutsuzluk gibi psikolojik sonuçları doğurur.

Zihinsel

  • Unutkanlık
  • Dalgınlık
  • Karar vermede problem yaşama gibi belirtiler gözlemlenir.

Davranışsal

  • İlgi kaybı
  • Çalışmaya karşı isteksizlik görülmektedir.

Hayatımızda stresten kaçınmak çok zor olabilir, ancak tükenmişlik önlenebilir. Bu durumun çözümü için aşağıdaki önerilerde bulunulabilir;

  1. Gerektiğinde hayır demeyi ve sınır koymayı bilin.
  2. Zamanı iyi yönetebilme amacıyla program oluşturun.
  3. Hata yapabileceğinizi kabullenin. Mükemmel olmak için çabalamayın.
  4. Yeni hobiler edinebilir size uygun bir spor dalına yönelebilirsiniz. Egzersiz fiziksel sağlığı iyileştirmekle birlikte ruhsal olarak da size iyi gelecektir.
  5. İş ortamınız müsait ise kısa molalar vermeye özen gösterin.
  6. Uyku düzeninize dikkat edin. ,Dengeli beslenin. Omega-3 vücutta antidepresan görevi görür. Balık, ceviz Omega-3 açısından zengindir.
  7. Yardım alabilirsiniz. Kendinizi umutsuz, stresli hissettiğinizde psikolojik destek almaktan çekinmeyin.

PSİKOLOG EMİNE SIKAN

Erteleme davranışı ile baş etme

Bu makale, erteleme davranışını inceleyen yabancı kaynaklardan küçük bir çeviri derlemesidir. Erteleme davranışının, “neden yapmalıyım?” gibi soyut durumlara odaklanmaktansa “nasıl yapabilirim?” gibi somut adımlara odaklanarak bir ölçüde aşılabildiği görülmüştür.

İş yerinde veya okulda, günlük hayatınızda, belirli bir zamana kadar yerine getirilmesi gereken bir görevi son ana kadar erteleyenlerden misiniz? O zaman gelin bunun sebeplerine ve neler yapabileceğimize dair çözümlere bir göz atalım.

Erteleme davranışını basitçe 3 başlık altında toplayabiliriz. Hemen hemen her durumda aynı tepkiyi gösterdiğimiz “kronik erteleme”, sadece belirli durumlara özgü gösterdiğimiz bir tutum olan “durumsal erteleme” ve okulu, üniversiteleri ve yapılması gereken ödevleri, tamamlanması gereken projeleri kapsayan “akademik erteleme”.

Belirli bir bitiş tarihi olan görevleri yapmayı ertelemek, son ana bırakmak aslında ilk başta akademik ortamlarda araştırılmaya ve çalışılmaya başlanmıştır. Bu nedenle literatürdeki çoğu araştırma akademik erteleme ve kişilik özellikleri üzerinedir. Buna karşın Türkiye’de erteleme ile ilgili yapılan çalışmalar daha yakın tarihe dayanmakta. Tuckman’ın “erteleme skalası” 2013 yılında Bilge Uzun Özer ve Mesut Saçkes tarafından Türkçeye uyarlanmış ve geçerlik, güvenlik çalışmaları yapılmıştır. Türkiye’de yine akademik erteleme ile ilgili yapılan bir başka çalışmada mükemmeliyetçilik, başarısızlıktan korkma ve anksiyete erteleme davranışı ile büyük ölçüde ilişkili bulunmuştur (N. Kutlu Abu & G. Saral, 2016).

Erteleme davranışı ile ilgili Choi ve Moran’ın (2009) Kanadalı üniversite öğrencileri arasında yaptığı çalışmada “büyük beşli” olarak çevirebileceğimiz kişilik özelliklerini (açıklık, sorumluluk alabilen, dışadönük, uyumlu, duygusal olarak dengeli) araştırmıştır. Çalışmaya göre duygusal denge ve dışadönüklük kişilik özelliklerinin erteleme davranışını iyi yönde etkilediği bulunurken, beklendiği üzere, sorumluluk duygusu yüksek olarak belirlenen kişilerde erteleme davranışıyla ilgili belirgin bir ilişki bulunamamıştır. Bu araştırma bize aslında psikolojide sürekli tekrar edilen şeyi yeniden söylemektedir: herhangi bir davranışın bir tek sebebi ya da bir tek yordayıcısı yok.

Peki bütün bunlar; mükemmelliyetçi kişilik özelliği, anksiyete, başarısızlık korkusu ve dışadönüklük vs., erteleme davranışımıza etki edip belki de bizi görevleri son ana bırakma ya da yerine getirmeme gibi tekrar strese sokacak durumda bırakırken ne yapmalıyız? Örneğin, durumsal ertelemelerde o durumla ilgili yanlış bilişlerimizin buna sebep olabilme ihtimali ortada dururken, bunu değiştirebilir miyiz? Sebeplerini artık az çok biliyoruz, peki bunu çözebilir miyiz?

İşte bu noktada McCrea ve arkadaşlarının (2008) yaptığı çalışma imdadımıza koşuyor.

Bu çalışma erteleme davranışına başka bir bakış açısı getiriyor ve onu kişilik özelliklerinden ve akademiden kurtarıp tamamen görevin kendisine odaklanıyor. Görevin zorluğunun erteleme davranışını artırdığı aşikar fakat bu durumda bile bu davranışı azaltacak şey: görevi somutlaştırmak. Örneğin, katılımcıların bir kısmına “banka hesabı açmak” gibi bir görevi yerine getirmeleri için “bu eylemi hangi adımlarla, nasıl yaparsınız” diye sorarken diğer bölümüne “bu eylemi neden yapmalısınız, iyi yanları ve kötü yanları nelerdir?” diye daha soyut sorular soruluyor ve banka hesabı açma eylemini yerine getirdikten sonra bir email atmalarını istiyor. Araştırma sonuçlarına göre, yerine getirecekleri görevi somut adımlarla düşünüp tarif edenler, göreve daha soyut bakış açısıyla yaklaşanlara göre belirgin şekilde daha az erteleme davranışı göstermiştir (McCrea ve ark., 2008).

Bu araştırma bize, aslında görevin teslim ediliş biçiminin de erteleme davranışını etkilediğini göstermektedir. Yerine getirilecek görevin anlamı üzerinde yoğunlaşmaktansa bu görevi yerine getirmenin somut adımlarını sıralamak erteleme davranışını azaltmaktadır. Üstelik zor görevlerde bile somut adımları sıralamak, bu zorlayıcı durum üzerinde kontrol sahibi olduğumuzu hissettirdiğinden göreve karşı pozitif bir bakış açısı kazanmamıza ve zamanında harekete geçmemize yol açabilir.

Bütün bu araştırmalar göz önünde bulundurulduğunda, erteleme söz konusu olduğu zaman “neden?” yerine “nasıl?” sorusunu kendimize daha fazla sormamız gerek gibi görünüyor. Sürecin bizim için anlamı ve zorluğu üzerine yoğunlaşmaktan o kadar bunalıyoruz ki, atmamız gerek somut adımlara ve en sonunda da göreve odaklanamıyoruz. Aslında bu soru soyut düşünme şekli yerine daha somut düşünme şekli kazanmak adına da iyi bir egzersiz olabilir.

KAYNAKÇA

ABU, N. K., & SARAL, D. G. (2016). The reasons of academic procrastination tendencies of education faculty students. The Online Journal of New Horizons in Education-January, 6(1).

Choi, J. N., & Moran, S. V. (2009). Why not procrastinate? Development and validation of a new active procrastination scale. The Journal of social psychology, 149(2), 195-212.

McCrea, S. M., Liberman, N., Trope, Y., & Sherman, S. J. (2008). Construal level and procrastination. Psychological science, 19(12), 1308-1314.

Özer, B. U., Saçkes, M., & Tuckman, B. W. (2013). Psychometric properties of the Tuckman Procrastination Scale in a Turkish sample. Psychological reports, 113(3), 874-884.

Emdr terapisi

Doğal afetler, büyük kazalar, kayıplar, savaş, taciz, tecavüz gibi önemli travmaların yanı sıra, başta çocukluk çağı olmak üzere her yaşta yaşanan ve etkisi travmatik olan her tür yaşantıdır. Örneğin; Günlük hayatta aile, okul, iş çevresinde yaşanan olumsuz olaylar, şiddete maruz kalmalar, aşağılanmalar, reddedilmeler, ihmal ve başarısızlıklar işlenememiş anılar arasında yer alabilmektedirler. EMDR, bu tür izole anıların işlenmesini sağlayan fizyolojik temelli bir terapidir. Beynin zamanında yapamadığı işlemi yapmasını sağlar. Kilitli kalmış anı ile diğer anı ağları arasında ilişki kurulması, öğrenmenin sağlanarak bilginin adaptif bir şekilde depolanması mümkün olmaktadır. Danışan artık rahatsız olmaz ve anıyı yeni ve sağlıklı bir perspektiften görmektedir. Terapi ile sadece semptomlar ortadan kalkmaz. Yeni bakış açısının kazandırdığı pozitif inançlar ve olumlu duygular kişinin kendisine, ilişkilerine, dünyaya bakışını da olumlu yönde değiştirip kişisel gelişim sağlamaktadır.

EMDR NEDİR?

EMDR, güçlü bir psikoterapi yaklaşımıdır. Açılımı, Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme’dir. Her yaştan milyonlarca kişiye uygulanmıştır. Farklı tiplerdeki psikolojik rahatsızlıkları, verimli ve hızlı bir şekilde tedavi edilmesini sağlamıştır.

EMDR Nasıl Geliştirildi?

EMDR’nin gelişimi 1987 senesinde, Dr. Francine Shapiro’nun göz hareketlerinin rahatsız edici düşüncelerin şiddetini azaltabildiğini tesadüfen keşfetmesiyle başlamıştır. Dr. Shapiro bu etkiyi travmaya maruz kalmış kişiler üzerinde bilimsel olarak incelemiştir. Daha sonra da tedavide sağlanan başarıyı gösteren çalışmasını yayınlamıştır (Journal of Traumatic Stress, 1989).

O tarihten itibaren EMDR, tüm dünyadan terapistlerin ve araştırmacıların katkılarıyla hızla gelişmiştir. Günümüzde EMDR, birçok farklı terapi ekollerinden ögeleri içermektedir. Farklı tanı almış durumlara özel standartlaştırılmış protokolleri bulunan, bütüncül bir terapi yöntemidir.

EMDR Nasıl İşliyor?

EMDR teorisinin altyapısını oluşturan Adaptif Bilgi İşleme Modeli’ne göre beyin, fizyolojik temelli bir sistemle, her yeni deneyim aracılığı ile kendisine ulaşan bilgiyi işlemektir. Ve işlevsel hale getirmektedir. Duygu, düşünce, duyum, imge, ses, koku gibi bilgiler işlenip ilişkili anı ağlarına bağlanarak bütünleşmektedir. Böylece o deneyimle ilgili öğrenme gerçekleşmektedir. Edindiğimiz bilgiler gelecekte tepkilerimizi uygun bir şekilde yönlendirmek üzere depolanmış olmaktadır.

Bu sistem normal çalıştığında, ruh sağlığını ve insan gelişimini öğrenme yoluyla desteklediği için adaptif ve uyumlu bir mekanizma olarak kabul edilmektedir.

Travmatik veya çok fazla rahatsız eden olaylar yaşandığında bu sistem bozuluyor gibi gözükmektedir. Yeni bilgi işlenip mevcut anı ağına entegre olmaz. Deneyimi anlamlandırabilmek için anı ağlarındaki işlevsel bilgilerle bağlantı kurulamaz ve akıl sağlığına uygun sonuçlar çıkarılamaz. Sonuç olarak öğrenme gerçekleşmez. Duygular, düşünceler, imgeler, sesler, beden duyumları yaşandığı haliyle depolanmaktadır. Bu nedenle bugün yaşanan bazı durumlar bu izole kalmış anıları tetiklerse, kişi o anının bir kısmını ya da bütününü yeniden yaşar gibi etkilenmektedir.

EMDR’ye göre rahatsızlıkların, olumsuz duygu, düşünce, davranış ve kişilik özelliklerinin arkasında uyum bozucu, işlev bozucu, işlenmeden ve izole bir şekilde depolanmış bu tür anılar yatmaktadır. Kişinin kendisi ile ilgili olumsuz inançları (Örn: Ben aptalım), olumsuz duygusal tepkileri (Başaramamaktan korkma) ve olumsuz somatik tepkileri (Sınavdan önceki gece karın ağrısı) problemin kendisi değil, semptomları, bugünkü dışavurumlarıdır. Bu olumsuz inanç ve duygulara yol açan işlenmemiş anılar şimdiki zamandaki olaylar tarafından tetiklenmektedir.

Psikolojik Travmalar

Doğal afetler, büyük kazalar, kayıplar, savaş, taciz, tecavüz gibi önemli travmaların yanı sıra, başta çocukluk çağı olmak üzere her yaşta yaşanan ve etkisi travmatik olan her tür yaşantıdır. Örneğin; Günlük hayatta aile, okul, iş çevresinde yaşanan olumsuz olaylar, şiddete maruz kalmalar, aşağılanmalar, reddedilmeler, ihmal ve başarısızlıklar işlenememiş anılar arasında yer alabilmektedirler.

EMDR, bu tür izole anıların işlenmesini sağlayan fizyolojik temelli bir terapidir. Beynin zamanında yapamadığı işlemi yapmasını sağlar. Kilitli kalmış anı ile diğer anı ağları arasında ilişki kurulması, öğrenmenin sağlanarak bilginin adaptif bir şekilde depolanması mümkün olmaktadır. Danışan artık rahatsız olmaz ve anıyı yeni ve sağlıklı bir perspektiften görmektedir.

Terapi ile sadece semptomlar ortadan kalkmaz. Yeni bakış açısının kazandırdığı pozitif inançlar ve olumlu duygular kişinin kendisine, ilişkilerine, dünyaya bakışını da olumlu yönde değiştirip kişisel gelişim sağlamaktadır.

EMDR Terapisi Nasıl Uygulanır?

EMDR terapisinde 8 aşamalı, üç yönlü (Geçmiş, şimdi, gelecek) bir protokol uygulanmaktadır. Hedef, geçmişte yaşanan anıların yeniden işlenerek duyarsızlaşmanın sağlanmasıdır. Aynı zamanda bugünkü semptomların tedavisi ve danışanın gelecekte karşılaşacağı benzer sorunlar karşısında olumlu davranışlar sergilemesidir. Tüm bunların kazandırdığı olumlu inanç ve duyguların geliştirdiği yeni bakış açısını danışanın gösterebilmesidir.

EMDR’nin Etkinliği Kanıtlandı mı?

2019 yılında yapılan bir araştırmada 30’un üzerinde randomize kontrollü çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmanın sonucu olarak EMDR’nin danışanların çoğunluğunun travma sonrası stres semptomlarını etkili bir biçimde azalttığı veya yok ettiği izlenmektedir. Genellikle psikolojik sorunları ile bağlantılı olan semptomlarda da (Endişe gibi) azalma sağladığı görülmektedir (De Jongh et al., 2019.)

EMDR birçok uluslararası sağlık ve devlet kurumu tarafından da etkili bulunmaktadır. Bunlardan bazıları:

  • Dünya Sağlık Teşkilatı (WHO, World Health Organization)
  • Amerikan Psikiyatri Birliği (American Psychiatric Association)
  • Uluslararası Travmatik Stres Çalışmaları Birliği (International Society for Traumatic Stress Studies)
  • Amerika Savaş Gazileri Bakanlığı (U.S. Department of Veterans Affairs)
  • Amerika Savunma Bakanlığı (U. S. Department of Defense)
  • Birleşik Krallık Sağlık Bakanlığı (United Kingdom Department of Health)
  • Ulusal İsrail Akıl Sağlığı Kurulu (Israeli National Council for Mental Health)

EMDR Hangi Sorunları Tedavi Edebilir?

EMDR’ye göre psikolojik ve/veya psikosomatik rahatsızlıkların bir çoğu anılara bağlıdır. Klinik uygulama alanı genişlemiştir ve birçok sorunu başarılı bir şekilde tedavi ettiği görülmüştür.

• Kişilik Bozuklukları
• Panik Bozukluğu
• Kaygı Bozuklukları
• Depresyon
• Komplike Yas
• Disosiyasyon
• Rahatsız Edici Anılar
• Fobiler
• Ağrı Rahatsızlıkları (Migren, Fibromiyalji)
• Yeme Bozuklukları
• Performans Kaygısı
• Stres ile Başa Çıkma
• Bağımlılıklar (Alkol, Madde, İnternet gibi)
• Cinsel ve/veya Fiziksel Taciz
• Beden Algısı Bozuklukları
• Cinsel İşlev Bozuklukları
• Davranım Bozuklukları ve Özgüven Sorunları
• Kompleks Travma

Öfke ve öfke kontrolü

Öfke nedir, neden oluşur, öfke kontrol yöntemleri nelerdir.

Öfke; duygu, his, düşünce ve davranışlarla ilişkilendirilen, zihinsel ve psikolojik durumdur. Öfke, doyurulmamış isteklere, istenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen doğal bir duygusal tepkidir. Ama öfke ve saldırganlık kavramları birbirinden farklı kavramlardır. Öfke, yoğunluğunda ve süresinde çeşitlilik gösteren içsel duygusal bir yaşantıyken; saldırganlık, kişiye, nesneye ya da sosyal sisteme zarar verme davranışıdır. Bununla beraber öfke ve saldırganlığın birlikte gittiği durumlar da vardır.

Aslında öfke çok sağlıklı ve doğal bir duygudur. Öfke kontrolden çıkıp yıkıcı hâle dönüşürse okul ve iş hayatında, kişisel ilişkilerde ve genel yaşam kalitesinde sorunlara yol açar. Çocuk istismarı, aile içi şiddet, fiziksel ya da sözel saldırganlık, toplumsal şiddet gibi olayların temelinde öfke vardır. Öfke hem dışsal hem de içsel olaylarla ortaya çıkar. Arkadaş, anne, kardeş, sokaktaki bir adam, öğretmen ya da belli bir insana öfkelenebileceğiniz gibi trafik sıkışıklığı, iptal edilen randevu vb. olaylara da öfkelenebilirsiniz. Öfkelenmenize kendi kişisel kuruntularınız sebep olabileceği gibi daha önceden başınızdan geçmiş ve sizi öfkelendirmiş bazı olayların anılar da öfkeye sebep olabilir.

Öfkenin nedenleri nelerdir?

Peki, öfke duygusunun ortaya çıkmasına neden olan etkenler nelerdir?

  • Kişinin öz benliğinin başka insanlar veya kuruluşlar tarafından zedelenmesi
  • Engellenme; gerekli ya da sürmekte olan bir faaliyetin engellenerek kişilerin sınırlandırılması öfkeye neden olur.
  • Hayal kırıklıkları
  • Sosyal hırsların önüne geçilmesi
  • Kişisel kuralların yıkılması
  • Bireyin haksızlığa uğradığını düşünmesi
  • Çevrede gelişen olaylar

Öfkenin belirtileri nelerdir?

Öfke her insanda farklı biçimlerde ortaya çıkar. Öfke belirtileri şunlardır:

Fizyolojik belirtiler; kan şekerinin yükselmesi, nabzın ve kan basıncının artması, sık ve zor nefes alma, baş ağrısı, kas, sırt ve boyun ağrıları

Zihinsel belirtiler; konsantrasyon bozukluğu, düşük performans, uykusuzluk, dikkatsizlik

Davranışsal belirtiler; alkolizm, sigara tiryakiliği, huzursuzluk, acelecilik, ilaç kullanımı, aşırı yemek yeme

Öfke kontrolü

Öfke kontrolü; öfkeyi doğru ifade etme becerisidir. Öfke kontrolünde temel amaç; saldırganlıktan uzak, şiddet içermeyen, kişinin kendisine ve çevresindekilere zarar vermeyecek şekilde duygusunu ifade etmedir. Öfke kontrolünü öğreten pek çok yöntem vardır. Doğru yöntem, kişiden kişiye değişir.

Doğru yöntemi belirlerken kişinin kendi kişiliğine, yaşam tarzına uygun olanı
seçmesi ve seçtiği yöntemi seçmesi gerekir. Bunları da rahat şekilde kullanabilmesi önemlidir.

Gelin, öfke kontrol yöntemlerine beraber bakalım

  • Öfkeyi kontrol etmek için gevşeme ve nefes egzersizleri yapılır.
  • Derin nefes alırken kendi kendinize tekrar gevşeyiniz ve sakin olmak için telkinde bulunun.
  • Kendinizi gevşeyebileceğiniz bir yer yada ortamda düşünüp, orayı gözünüzün önüne getirmeye çalışın.
  • Kendinizi zorlamayacağınız, yavaşça yapılan yoga türü egzersizlerle kaslarınızı gevşetmeye çalışın.
  • Bu teknikleri ezberleyip karşılaştığınız gergin ortamlarda uygulayın.
  • Olaya değişik açıklamalar getirmek ve farklı bakış açıları düşünmek, sizi daha doğru tepkiler vermeye yönlendirebilir.
  • Karşılaşabileceğiniz olayları önceden tahmin edip ona göre davranabilirsiniz.
  • Hoşgörünün de öfke kontrolünde önemli bir payı vardır.
  • Öfkenin sizi ele geçirmesine izin vermekten kaçınmak.
  • Kendinizi kışkırtacak ve yıkıcı davranışları tetikleyecek şeylerden uzak durmak.
  • Öfkelendiğinizde sergilediğiniz olumsuz hareketleri, daha olumlu olanlarla değiştirmek.
  • Mantık öfkeyi yener, bu yüzden öfkelendiğinizi hissettiğinizde mantığınıza sığınmak çok faydalıdır.
  • Sinirlendiğinizde tepki vermeden önce 5 kere nefes alıp veriniz ya da içinizden 10’a kadar sayınız.
  • Öfke yaratan durumun, değiştirilip değiştirilemeyeceğine bakılmalıdır. Eğer değiştirilemeyen bir durumsa çözüme odaklanmak yerine sorunla yüzleşilmelidir. Kısa sürede sorunlara yanıt bulunamıyorsa kişi kendine yüklenmemeli zamana yaymalıdır.
  • Öfkeli durumda kırıcı ve yargılayıcı olmamak için bir an geriye çekilip olayı gözden geçirmeliyiz. Gerçekten ne hissettiğimizi tartmalı ve asıl duygularımızı yapıcı bir şekilde ifade etmeliyiz.
  • Empati kurmak da öfke kontrolünde önemli bir yer tutmaktadır.
  • Bazen sinirlendiğimizde bizi sinirlendiren ortamdan uzaklaşmak öfkemizi dindirip mantıklı düşünmemize yardımcı olabilir.
  • Size gün içinde çok stres veren zamanlara dikkat edip ve bu zamanlarda kısa bir mola verebilirsiniz. Bu sizin o anı daha rahat atlatmanızı ve daha anlayışlı bir şekilde karşılamanızı sağlayacaktır.

Tüm bunları uygulamanıza rağmen, öfkeniz dinmiyor, öfke nöbetleri yaşıyor ve yıkıcı davranışlarınız azalmıyorsa; bir uzman desteği alabilirsiniz. Bunun için bir psikoterapi alabilir, gerektiğinde bir psikiyatristten ilaçlı destek de alabilirsiniz. Öfke ile mücadelede yaşam kalitenizi artırmak için bir yaşam koçuna başvurabilir yada psikolojik danışman ve rehberlerle durumunuzu derinlemesine değerlendirebilirsiniz.

Yas ve çocuk

Yas Ve Çocuk

Yas sürecini ve çocuğun yaşadığı yası daha iyi anlamak için öncelikle aşağıda yer alan bazı kavramları inceleyelim.

Kayıp: Yaşam sırasında bireyin sevilen birini kaybetmesi durumudur. Buna matem eşlik eder. Bu kültürel bir süreçtir.

Matem: Kaybedilen kişi ardından duyulan derin üzüntü ve kederdir.

Yas: Ölüm nedeniyle kayıp yaşayan bireylerde bu kayba karşı verilen uyum sağlama tepkileridir. Bunlar üzüntüye verilen yanıttır ve kişiye özeldir. Fiziksel, duygusal, bilişsel, davranışsal boyutta tepkiler olabilir.

  • Fiziksel tepki: Mide, baş ağrısı gibi somatik tepkiler.
  • Bilişsel tepki: İnkar, ölümüne inanamama, olumsuz duygulanım, gelecekle ilgili olumsuz otomatik düşünceler.
  • Duygusal tepki: Korku, öfke, şaşkınlık, üzüntü, suçluluk gibi duygular.
  • Davranışsal tepki: Ağlama, içe çekilme, evden çıkmama, ölen kişiyi hatırlatan nesnelerden kaçınma gibi davranışlar.

Travmatik (durumsal) Kriz: Travma, dehşete verilen yanıttır. Travma bedeni de etkiler. Ani gelişen ve acı verici bir olay vardır. Deprem, ölüm, hastalık, kayıp gibi süreçlerdir. Başlangıçları anidir. Yordanamaz, beklenmediktir ve ön bir hazırlık yapılamaz. Acil durum niteliği taşırlar. Kriz anı gerçekleştikten sonra birden fazla kişi etkilenebilir, depremde olduğu gibi.

Travmatik Yas: Kaybedilen kişinin ölümünde dehşet vardır. Ani ve dehşetle gelen bir ölüm vardır. Deprem gibi olaylar travmatik yas yaşanmasına sebep olurlar ve travmatik yaslar yastan daha sancılı bir süreci ifade eder. Her yas travma içermez ama her travma yas içerir.

Yakın bir zaman öncesine kadar çocukların yas tepkisi verip vermedikleri bilinmiyordu hatta çocukların yas tepkisi içine girmedikleri düşünülüyordu. Günümüzde çocukların da yas tepkisi verdikleri bilinmektedir. Öyleki çocuklar yaşadıkları kayıp karşısında yetişkinlerden daha çok acı çekebilmekte ve çok farklı durumları kayıp olarak görüp yas sürecine girebilmekteler. Örneğin bir çocuk için annesinin, babasının ölümü bir kayıptır. Aynı zamanda bir çocuk için bir arkadaşının hastalanması, bir oyuncağının kırılması, sevdiği bir eşyasının kaybolması, sevdiği bir arkadaşının başka bir şehre taşınması da bir yas tutma sebebidir.

Çocuklar birbirinden farklı yas tepkileri verebilirler. Bazı çocuklar aşırı öfke patlamaları göstereceği gibi bazı çocuklar haberi duyar duymaz oyuncaklarıyla oyun oynamak isteyebilir ya da dışarı çıkıp arkadaşlarıyla zaman geçirmek isteyebilir. Bunların hepsi normaldir. Çocukların yas tepkileri ile üzüntüyü yaşama ve dışa vurma biçimlerinin de yetişkinler gibi kendine özel ve biricik olduğunu unutmamalıyız.

Önemli bir diğer nokta da çocuğa kayıp haberinin nasıl ve kim tarafından verileceğidir. Asla çocuğun, ölüm olayını kendisinin anlamasını, kaybın yokluğunun çocuk tarafından fark edilerek çocuk tarafından tek başına anlamlandırılması beklenmemelidir. Birinci derece yakını tarafından söylenebilir. Anne kaybında baba, babanın kaybında anne söyleyebilir. Anne ve babanın bunu söyleme gücünü kendilerinde bulamadığı durumlarda ya da her iki ebeveynin kaybı durumunda çocuğun güven duyduğu ikinci derece bir yakını ya da aile bireyi söyleyebilir. Bu haberi çocuğun kendini iyi ve güvenli hissettiği, tanıdık olduğu bir ortamda vermek daha doğrudur. Konuşurken çocuğun gözlerinin içine bakılmalı ve çocukla aynı göz mesafesinde olunmalıdır. Haberin verilmesi sırasında öncelikle çocuk bu duruma mutlaka hazırlanmalıdır. Konuya şu cümlelerle girerek bu hazırlığı yapabiliriz: ‘şimdi sana bir şey söyleyeceğim, kötü bir olay oldu. Ben de çok üzgünüm. Sana bu üzücü haberi vermek istemezdim. Ama her zaman senin yanındayım.’ Eğer deprem nedeniyle bir kayıp yaşanmış ise çocuğa bunların yanında şunlar da söylenmelidir: ‘deprem sürekli olan bir şey değil. Şu anda güvendesin. Benim yanımda güvendesin. Ben her zaman senin yanındayım.’ Bu cümleler çocuğun deprem gibi travmatik bir olay karşısında sarsılan hatta kaybedilen güven ve emniyet duygusunun yeniden sağlanması için çok önemlidir. Kurulan cümlelerin kısa, basit ve içtenlikli olmasına özen göstermeliyiz. Amacımızın çocuğa bilgi vermek yanında onun kendini yalnız hissetmemesine ve yaşayacağı bu yas duygusu ile baş etmesine yardımcı olmak olduğunu unutmamalıyız.

Çocuğun yaşına göre ‘ölüm’ kavramı açıklanmalıdır. Ölüm anlatılırken olabildiğince somut bir şekilde bahsedilmelidir. ‘Annen şimdi uyuyor, derin bir uykuya geçti, uzun bir yolculuğa çıktı.’ gibi ifadeler kullanılmamalı. Çocuğun beklenti içine giremeyeceği kesin yargılarla ve beş duyudan yararlanarak anlatılmalıdır. ‘O artık bizim gibi yemek yiyemeyecek, artık kalbi atmayacak, nefes alamayacak. Vücut fonksiyonları artık çalışmıyor. Onu birdaha göremeyeceğiz ama gittiği yerde rahat.’ gibi cümleler kullanılabilir. Bu şekilde hem ölümü çocuğun zihninde somutlaştırmış oluyoruz hem de ‘gittiği yerde rahat’ diyerek çocuğun kaybına karşı bir endişe duymasına engel oluyoruz. Çocuğun ilahi yaratıcıya ve dini inançlarına da öfkelenmemesi için şu cümleler de kurulmamalıdır. ‘Şimdi cennette, Allah aldı onu, Allah bizden daha çok seviyormuş.’ Okul çağına kadar soyut düşünme yeteneği gelişmeyen çocuk, Allah ve cennet gibi dini terimleri bilemeyeceği hem de bunlara karşı da öfkelenebileceği için bu şekildeki açıklamalardan kaçınılmalıdır. Çocuk isterse cenaze törenine katılması sağlanmalıdır. Ancak istemezse bunun için zorlanmamalıdır. Cenaze törenine katılmak ölümün gerçekliğini anlamak adına çocuk için faydalı bir deneyim olacaktır.

Bir çocuk depremde sadece aile bireylerinden birini yitirmez. Aynı zamanda içinde bulunduğu hayata ve ortama karşı güven ve kendini emniyette hissetme duygusunu da kaybetmiş olabilir. Burda öncelikle çocuğun yaşına ve içinde bulunduğu gelişim evresine göre depremin ne olduğu basit ve kısa cümleler ile anlatılmalı. Deprem bir doğa olayı olarak anlatılmalıdır. Çocuk sormadıkça ayrıntıya girilmemelidir. Böylece deprem nedeniyle çocuğun zihninde oluşan ‘Benim başıma da bir şey gelir mi?’ endişesi ortadan kaldırılmalıdır. Daha sonra barınma, yiyecek, su, ısınma gibi diğer birincil ihtiyaçlar da karşılanarak çocuğun kaybolan ya da zarar gören güvenlik duygusu tekrar oluşturulmalıdır.

Depremden etkilenen bir çocuk lego gibi oyuncaklarla bina ve ev yapıp onları yıkabilir, depremi yeniden canlandırabilir, ebeveynlerini/arkadaşlarını bu oyuna katabilir. Bu davranışlar, bu şekilde oyun kurmalar normaldir. Buna müdahale edilmeden çocuğun deprem içerikli oyun oynamasına izin verilmelidir. Ama çocuk istemiyorsa legoları üst üste koyarak ev yapmak gibi oyunlar tercih edilmemeli, çocuklar bu oyuncaklar ile oynamaya zorlanmamalıdır. Eğer depremden etkilenen çocuğun yaşadığı şehir, okulu/kreşi, bakım vereni değişmişse bu bilgiler onlarla da paylaşılmalıdır. Buradaki diğer çocuklar da deprem konusunda bilgilendirilmeli ve depremden etkilenen çocukla iletişimde olacak öğretmen, müdür, servis şoförü gibi kişilere de önceden depremzede çocuk tanıtılmalıdır. Çocuk dahil olacağı yeni sosyal alana gelmeden önce o alan, çocuğun kendini iyileştirme sürecine katkı sunacak biçimde geliştirilmelidir. Çocuğun depremden etkilenmeden önceki rutin hayatının devam edebilmesi için bu çok önemlidir.

Çocuk yasını yaşarken genellikle çok öfkeli olacaktır. Çocuğun öfkesini onaylamalıyız. Çocukla öfkesi ve kaybı hakkında konuşmalıyız. Çocuğun öfkelenebileceğini, onu anladığımızı ve onunla konuşarak onun öfkesinin üstesinden gelmesine yardım etmek istediğimizi ona söylemeliyiz. Bu yardımı en güzel oyunlarla ve rutinlerle yaparız. Hem yasta hem de deprem gibi travmatik yaslarda çocuğa en iyi gelen şey oyundur. Çocuğu iyileştirmeye dair en az etkili olan yöntem konuşmaktır. Çocuk, oyun ve rutinler aracılığıyla duygularını dışa vurur ve öfkesi geçer. İyileşme bu şekilde gerçekleşir, travmanın etkileri bu şekilde atılır. Aksi durumda travmanın etkileri bedende takılı kalır. Oyun ve rutinlerin yanı sıra çocuğa hayal kurdurmak da çok önemlidir. Kendini güvende hissettiği bir yeri hayal ettirebilir ya da bakmaktan mutlu olduğu birine veya bir şeye baktığını hayal ettirebiliriz. Daha sonra bunun resmini de çizdirebiliriz. Çocuğun gelecek planının yarım kalmaması için bu aktiviteler önemsenmelidir. Hayatın içinde de bu şekilde yükselme ve sakinleşmelerin olabileceğini görürler.

Çocuklarla göz temasını bol bol kurmalıyız ve onlara sıkça dokunmalıyız. Çocuklar kapsayıcılık duygusunu hissedebilmek için bunlara ihtiyaç duyarlar. Bebekler bu kapsayıcılığı hissedebilmek için sarılmaya ve kundaklanmaya ihtiyaç duyarlar. Omzunun kapanarak üstünün örtülmesi, battaniyenin altına girmek bütün çocukların bu nedenle çok hoşuna gider.

Belli bir ağırlığı olan pelüş gibi çocuğun sarılabileceği mümkünse ‘seni seviyorum’ gibi cümleler kuran bebekler, ayıcıklar, yumuşak hayvanlar tercih edilmelidir. Çocuk sarıldıkça bağlanma duygusunu yeniden oluşturacaktır. 10 dk çocukla bu şekilde beraber oyun oynamak bağlanma için çok önemlidir. Bu sırada oksitosin hormonunun arttığı yapılan bilimsel çalışmalarla kanıtlanmıştır. Bu hormonun psikolojik etkileri olduğu ve güven duygusunu artırdığı bilinmektedir. Ayrıca çocukları sevdiğimizde ve onları kendimize yakın tuttuğumuzda, onlarla içtenlikle oyun oynadığımızda yeni nöral bağlar oluşmaktadır. (Bu içtenliğimizi ses tonumuza, mimiklerimize, kaslarımızın gevşemesine kadar gösterebilmemiz çok önemli.) Yeni oluşan nörol bağlar zihnin bu yeni deneyimleri canlı tutması için oldukça faydalıdır. Çocuk yasın olumsuz etkilerinden bu yeni deneyimler ile daha kolay geçebilmektedir.

Sulu boya ve kil gibi aktiviteler beş duyuya hitap ettiği için çok etkilidir bu süreçte. Sanatsal ve sportif aktivitelerden yararlanmalıyız. Emniyet ve güvenlik duygusunu çocuğa yaşatmak için egzersiz yaptırmalıyız. Özellikle nefes egzersizleri ve hafif ağırlıklarla (içi su dolu şişeler olabilir.) kol/bacak kaslarını çalıştıran egzersizler seçilebilir. Çocuklar bu egzersizler sonunda kendilerini gevşemiş ve mutlu hissedeceklerdir. Önce hızlanarak sonra yavaşlayarak elde edecekleri denge hissi yaşamlarındaki dengeyi bulmalarını da kolaylaştıracaktır. Plates topu ile çalışmak da çocuğun denge halini tekrar duyumsayabilmesi için tercih edilebilir. Yeterince hareket edilmezse kana yeterince oksijen gitmez ve diğer insanlar gibi çocuklar da daha depresif olurlar.

Yasta öfke vardır ve bu öfke hedef içermez. Travmada öfke daha kuvvetlidir ve bu öfke kişinin kendisine ya da bir başkasına yönelmiş olabilir. Özellikle ergenlikteki çocukları sportif aktivitelere yönlendirerek bu öfkeleri ile baş etmelerine yardımcı olabiliriz. Çocuklara görevler verip haftalık rutinler oluşturarak yas sürecinin daha sağlıklı atlatılmasını ve sosyal hayata daha kolay adapte olunmasını sağlayabiliriz. Örneğin 3-5 yaş grubu için sofraya peçeteleri, kaşık, çatalları getirmek çocuğun görevi olabilir. Daha büyük yaş grubundaki 7-8 yaşındaki çocuklar için de çöpleri kapının önüne koymak ve yeniden çöp kutularına çöp poşetlerini geçirmek olabilir. 15-16 yaşındaki bir çocuk için her salı akşamı kedi/köpeklerini bahçede bir saat gezdirmek de ayrı bir rutin olabilir.

Tüm bu çabalarla çocuğa samimi ve kendini daha iyi hissedeceği bir ortam sunmuş oluruz. Çocuğa bu samimi ortamı vermek, onunla uyumlu bir şekilde olmak, onun oyununa katılmak çocuklara çok iyi gelecektir. Çocuğun sağlıklı bir şekilde hayatına devam edebilmesi için oluşturduğumuz güvenli ortam ve her şeye rağmen bizim o ortam içindeki dürüst duruşumuz, çocuğun kendi iç motivasyonunu bulması ve yasını yaşaması için çok önemlidir. Bunlara rağmen çocukta uzun süreli geçmeyen yas belirtilerinde mutlaka profesyonel bir yardım alınması için gerekli yönlendirme yapılmalıdır.

Ağrı nedir, neden oluşur, çeşitleri nedir? kronik ağrı nedir? ağrı tedavisinde kullanılan yöntemler nelerdir?

Ağrı, vücudun bir bölgesinde meydana gelen rahatsızlık veya hasarın bir belirtisidir. Kronik ağrı, genellikle altta yatan bir hastalık, yaralanma veya hasar sonucu ortaya çıkan ve altı aydan daha uzun süren sürekli bir ağrı durumunu ifade eder. Ağrıyı hafifletmek veya yönetmek için çeşitli tedavi yöntemleri bulunmaktadır. Bunlar arasında ilaçlar, fizik tedavi, alternatif-tamamlayıcı tedaviler, enjeksiyon tedavileri, yaşam tarzı değişiklikleri ve cerrahi yer alabilir. Ağrı problemleri yaşıyorsanız, hekime danışmanız önemlidir.

Ağrı nedir?

Ağrı, vücudun bir bölgesinde meydana gelen rahatsızlık veya hasarın bir belirtisidir. Sinir uçlarının uyarılmasıyla beyne iletilen bir sinyal olarak ortaya çıkar. Ağrı, genellikle doku hasarı, enfeksiyon, hastalık veya bir yaralanma gibi vücudun normal işleyişinde bir sorun olduğunda ortaya çıkar.

Ağrının birkaç farklı türü vardır.

Nosiseptif ağrı, doku hasarı sonucunda oluşur ve somatik ağrı (deri, kas, kemik gibi vücut yüzeylerinden kaynaklanan ağrı) veya visseral ağrı (iç organlardan kaynaklanan ağrı) şeklinde olabilir.

Nöropatik ağrı ise sinir sistemi hasarından kaynaklanır ve sıklıkla yanma, karıncalanma veya elektriklenme hissi gibi belirtilerle birlikte olabilir.

Ağrı, vücudun bir uyarı mekanizması olarak işlev görür. Bu, vücudun potansiyel bir tehlikeye veya soruna tepki vermesine yardımcı olur. Ağrı, çoğu durumda geçici bir durumdur ve altta yatan sorunun iyileşmesiyle birlikte kaybolur. Ancak, bazı durumlarda ağrı kronik hale gelebilir ve uzun süreli bir rahatsızlık haline gelebilir.

Ağrıyı hafifletmek veya yönetmek için çeşitli tedavi yöntemleri bulunmaktadır. Bunlar arasında ilaçlar, fizik tedavi, alternatif-tamamlayıcı tedaviler, enjeksiyon tedavileri, yaşam tarzı değişiklikleri ve cerrahi yer alabilir. Ağrı problemleri yaşıyorsanız, hekime danışmanız önemlidir.

Kronik ağrı nedir? Kronik ağrı neden olur?

Kronik ağrı, genellikle altta yatan bir hastalık, yaralanma veya hasar sonucu ortaya çıkan ve altı aydan daha uzun süren sürekli bir ağrı durumunu ifade eder. Akut ağrı genellikle bir yaralanmanın veya hastalığın iyileşmesiyle birlikte geçicidir, ancak kronik ağrı uzun süre devam eder.

Kronik ağrı, genellikle nöropatik ağrı veya inflamatuar ağrı gibi alt tiplere ayrılır. Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı veya fonksiyonundaki bozukluktan kaynaklanır ve yanma, karıncalanma, elektriklenme gibi belirtilerle birlikte olabilir. İnflamatuar ağrı ise iltihaplanma sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve genellikle şişlik, kızarıklık ve dokunma hassasiyeti ile kendini gösterir.

Kronik ağrı, birçok farklı nedenle ilişkilendirilebilir. Bunlar arasında fibromiyalji, myofasiyal ağrı sendromu, osteoartrit, tendinit, entezit, bel-boyun fıtıkları, romatizmal hastalıklar, skolyoz, postür bozukluğu, sinir hasarı, enfeksiyonlar, iyi ve kötü huylu kitleler gibi çok çeşitli durumlar bulunur. Kronik ağrı, günlük yaşamı etkileyebilir, işlevselliği azaltabilir, uyku problemlerine yol açabilir, psikolojik stres ve depresyon gibi durumları tetikleyebilir.

Kronik ağrıyı yönetmek için genellikle multidisipliner bir yaklaşım kullanılır. Tedavi seçenekleri arasında çeşitli ilaçlar, fizik tedavi, akupunktur, çeşitli ejeksiyon yöntemleri, cerrahi, psikoterapi ve yaşam tarzı değişiklikleri bulunabilir. Tedavi planı genellikle bireysel ihtiyaçlara ve altta yatan nedenlere bağlı olarak belirlenir. Kronik ağrıyla başa çıkmak için hekime başvurmanız önemlidir.

Ağrı tedavisinde kullanılan yöntemler nedir ve bu yöntemler nasıl çalışır?

Ağrı tedavisi için kullanılan yöntemler çeşitlilik gösterir. Tedavi seçenekleri, ağrının nedenine, şiddetine, süresine ve kişinin bireysel durumuna bağlı olarak belirlenir.

  1. İlaçlar: Ağrı kesiciler, anti-enflamatuar ilaçlar, kas gevşeticiler, antidepresanlar ve antikonvülzanlar gibi çeşitli ilaçlar ağrıyı hafifletmek için kullanılabilir. Bu ilaçlar, ağrının nedenine ve tipine bağlı olarak farklı mekanizmalarla çalışır.

  2. Fiziksel tedavi: Fizik tedavi yöntemleri, kas güçlendirme egzersizleri, germe hareketleri, masaj, sıcak-soğuk uygulamaları ve elektroterapi gibi teknikleri içerir. Bu yöntemler, kasların, eklemlerin ve dokuların esnekliğini artırarak, sinir sinyallerini değiştirerek veya bloke ederek ağrıyı azaltmaya yardımcı olur.

  3. Girişimsel işlemler: Bazı durumlarda, ağrıyı tedavi etmek için cerrahi veya enjeksiyon gibi işlemler kullanılabilir. Enjeksiyon yöntemleri arasında steroid enjeksiyonları, nöral terapi, proloterapi, sinir blokajları, PRP-CGF enjeksiyonları, kök hücre tedavileri, radyofrekans ablasyonu gibi yöntemler yer alır.

  4. Alternatif ve tamamlayıcı tedaviler: Akupunktur, masaj terapisi, osteopati, karyopraksi, meditasyon, yoga ve bitkisel tedaviler gibi alternatif ve tamamlayıcı terapi yöntemleri ağrıyı yönetmeye yardımcı olabilir. Bu terapilerin etkisi kişiden kişiye değişebilir ve bilimsel kanıtları bazen sınırlı olabilir.

Ağrı tedavisi için kullanılan yöntemler, hastanın bireysel ihtiyaçlarına, ağrının nedenine ve şiddetine göre uygulanır. Ağrının sebebi ve çeşidinin ne olduğu ve hangi ağrı tedavilerinin durumunuza uygun olduğu ancak hekim muayenesi ve gerekli tetkiklerin yapılması ile belirlenebilir.

Uzm. Dr. Emre LATIFOGLOU

Aldatmak üzerine…

Tripod, sehpa, üçayak… hepsi dilimize farklı dillerden gelse de aynı anlamı taşır. Üçayak, her zeminde dengede durabilir. İlişkiler de üçayak üzerine kuruludur. Sevgi, saygı ve güven… bu ayaklardan biri olmadığında denge bozulur.

Tripod, sehpa, üçayak… hepsi dilimize farklı dillerden gelse de aynı anlamı taşır. Üçayak, her zeminde dengede durabilir. İlişkiler de üçayak üzerine kuruludur. Sevgi, saygı ve güven… bu ayaklardan biri olmadığında denge bozulur.

İster ticari, ister arkadaşlık, ister romantik ilişki olsun tüm ilişkilerde aldatılmak sorun teşkil eder. Çünkü aldatılmak ilişkilerin temelinde bulunan güven kısmına zarar verir. Güveni tekrar kazanmak ise zor ve zahmetli bir iştir.

Romantik ilişkilerde aldatmak bu üç ayağa da zarar verir. Her aldatmada bir fail ve bir kurban bulunur. Aldatma durumunda hem fail hem kurban zarar görebilir. İlişkilerin çoğunda aldatma kesin bir son olurken, bazı durumlarda affedilebilir. Fakat hangisinin doğru olduğu kesin değildir.

Kesin olan tek şey, sevgi, saygı ve güven ayaklarına zarar verdiği ve ilişkinin dengesini bozduğudur. Fail pişmanlık hissederek kendini affetmekte güçlük çekebilir. Suçluluk duygusuna kapılarak ve vicdan azabı duyarak özsaygısında kayıp yaşayabilir. Kurban ise kendini değersiz hissedebilir, özgüven kaybı yaşayabilir. Bu durum her iki tarafta da depresyon, anksiyete, güven problemi, öfke kontrolünde güçlük, özsaygı ve özgüven eksikliği gibi sorunlara yol açabilir.

Bu durumda, taraflar genellikle içinde bulundukları durumla tek başına baş etmekte zorlanabilir. İster fail, ister kurban olsun böyle bir olaya maruz kalan birey, bir terapist veya danışman ile işbirliği içine girerek içinde bulundukları durumdan daha kolay kurtulabilir.

Fazla kilolra sahip olmanın psikolojik alt boyutu

Genel anlamda hem görsel olarak hem de vücut kitle indekslerine baktığımızda fazla kilodan müzdarip bir milletiz.  Peki, bunun sebebini hiç düşündünüz mü? Sağlıklı beslenmiyor muyuz? Kalorili besinler tükettiğimiz için mi fazla kilolarımız var? Çok hamur işi veya ekmek tükettiğimizden mi? Spor yapmadığımızdan mı?

Genel anlamda hem görsel olarak hem de vücut kitle indekslerine baktığımızda fazla kilodan müzdarip bir milletiz.

Peki, bunun sebebini hiç düşündünüz mü?

Sağlıklı beslenmiyor muyuz? Kalorili besinler tükettiğimiz için mi fazla kilolarımız var? Çok hamur işi veya ekmek tükettiğimizden mi? Spor yapmadığımızdan mı?

Evet, bu soruların hepsinin cevabı doğru kilo alımında rol oynayan etkenler fakat ben bu blog yazımda farkı ve etkisinin büyük olduğunu düşündüğüm birkaç nedenden daha bahsedeceğim. Kendi gözlemlerimden yola çıkarak beslenme tarzımız yani yemek yeme eylemimizin de fazla kilo alımına sebep olduğunu düşünüyorum.

Nasıl mı şöyle;

1. si çok hızlı yemek yiyoruz. Neredeyse tıkınırcasına, alelacele yiyip bitiriyoruz sonra mide ağrıları, krampları, hazımsızlık…

Yemek yemek fiziksel doyumun yanı sıra oldukça yoğun bir haz verir, tıpkı sevdiğimiz bir şeyleri yapmak gibi. Hızlıca yiyip tükettiğimizde besinlerin tadını daha az alırız çünkü dilin tad alma oranıyla besinin küçülmesi doğru orantılıdır. Besini parçaladıkça minik parçalar dilin pütürlü yapısından aşağıya iner ve onun lezettine varırız. Yani besinleri ne kadar çiğnersek o kadar küçük parçalara ayrılır ve biz de o kadar çok tadını alırız.

İşte tam burada 2. neden devreye giriyor, yeterince çiğnemeden yutmak. Besinleri yeterince çiğnemeden yuttuğumuzda hem tadını almamız azalıyor hem de midemizin öğütmesi için ona daha büyük parçalar yolluyoruz. Bu da sindirim süresini uzatıyor ve mideyi daha fazla yoruyor.

3. ve benim en çok dikkatimi çeken nedense; doyduğumuz halde yiyoruz. Bu madde Türk kültüründe oldukça yaygın. Hadi oğlum/kızım şunu da ye, aa yemezsen arkandan ağlar, o tabak bitecek, bunları sizin için hazırladım yarım bırakmak yok vs… Gibi cümleleri hemen hepimiz duymuşuzdur. Çocukluktan başlayan bu duyumlar, doyduğumuz halde önümüze sunulan porsiyonu bitirmemiz gerektiği sinyalini verir ve beslenme tutumumuzu etkiler. Kimi zaman doyduğumuz halde ayıp olmasın, karşı taraf üzülüp kırılmasın diye, kimi zaman çok sevdiğimiz yemek/tatlı olduğunda midemiz arısa dahi devam ediyoruz. Doyduğumuz halde, vücuda fazla besin yüklemesi yapıyoruz. Bir pil düşünün gereğinde fazla volt elektrik verildiğinde önce şişer ve sonra da patlar. Doyduktan sonra yediğimiz besinler de fazla kilo olarak bize geri döner. Fazla kilolar almaya başladığımızda diyetler yapıyoruz, spor yapmayı deniyoruz bunlar bir süre kilo vermemizi sağlıyor. Yeme tutumumuzu değiştirmek fazla kalori almamamızı sağlayacak ve sürdürebilir bir hale getirdiğimizde kilomuz daha stabil kalacaktır.

Uzm. Klnk. Psk. Gamze ÖZBEK

Bilişsel davranışçı terapi nedir?

”Kişinin duygusal tepkisi sadece doğrudan durumdan değil, durumla ilgili düşüncelerinden de etkilenir. BDT kişilerin sıkıntı yaşadıkları anlara eşlik eden düşüncelerini saptayıp, bu düşüncelerin ne kadar gerçekçi ve uygun olduğunu incelemeleri ve uygunsuz düşünceleri yerine daha gerçekçi düşünceler geliştirmelerini öğretir.”

Bilişsel davranışçı psikoterapi (BDT), bilimsel ilkelerin, psikoterapi alanına uygulanmasıyla ortaya çıkmış bir psikoterapidir. Psikoterapi ruhsal rahatsızlık veya sorunları sözel etkileşim yoluyla (görüşmelerle) çözme yöntemine verilen genel addır. BDT’nin rahatsızlıkların çözümünde kullandığı sözel ve davranışsal yöntemler de aynı şekilde bu bilimsel ilkelere ve öğrenme kuramlarına dayalıdır. BDT öncelikle kişinin güncel sorunlarına odaklanır, süre olarak daha sınırlı ve daha çok sorun çözme hedeflidir. BDT sadece başvuranların güncel sorunlarını çözmez aynı zamanda bütün yaşamları süresince sorunlarını çözmekte kullanabilecekleri özel birtakım beceriler de öğretir. Bu beceriler temelde, düşünce alanında daha gerçekçi, uygun ve yararlı düşünmeyi, davranış alanında da kişinin nasıl bir insan olmak ve nasıl bir hayat yaşamak istiyorsa ona uygun davranıp yaşamasını geliştirmeye dönüktür.

Bilişsel Davranışçı Psikoterapinin altında yatan kuram nedir?

Kişinin içinde bulunduğu çevre, yaşadığı olaylar, bu olayları algılama biçimimiz, duygusal tepkilerimiz ve davranışlarımızın birbiriyle etkileşim içinde olduğu gerçeği BDT’nin ana çıkış noktasıdır. BDT kişinin sorunuyla ilgili ve birbiriyle etkileşim içindeki bu alanlardan öncelikle düşünce ve davranışlarına odaklanır. Düşünce ve duygusal tepkilerimiz birbiriyle çok yakından ilişkilidir. Olan bitenler algı ve düşüncelerimizin süzgecinden geçerek bizi etkiler. Yani “olayları olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz”. Örneğin bu yazıyı okurken okuduklarımızı değerlendirip yorumlarız. Bu satırları okuyan ve “çok güzel, tam benim aradığım tedavi türü” diye düşünen kişi kendini mutlu, hevesli hissedecektir. “İyi gibi görünüyor, ama ben yapamam, bende işe yaramaz” şeklinde düşünen bir kişi ise kendini karamsar ve isteksiz hissedecektir. Yani kişinin duygusal tepkisi sadece doğrudan durumdan (örneğin bu yazıyı okuma) değil, durumla ilgili düşüncelerinden de etkilenir. BDT kişilerin sıkıntı yaşadıkları anlara eşlik eden düşüncelerini saptayıp, bu düşüncelerin ne kadar gerçekçi ve uygun olduğunu incelemeleri ve uygunsuz düşünceleri yerine daha gerçekçi düşünceler geliştirmelerini öğretir. Düşünceye dönük bu müdahalelerin yanı sıra BDT’de davranış alanında kişinin yaşamdaki hedeflerine daha uygun davranması, hayatını kısıtlayan kaçınma ve gereksiz güvence arama ve tedbir almaya dönük davranışlarının değiştirilmesi hedeflenir. Kişinin yaşamında sorun olan alanlara dönük sorun çözme yöntemleri ve davranış değişikliği uygulamalarıyla da birey içinde bulunduğu çevre koşullarını ve ilişkilerini değiştirmeye çalışır. Psikoterapi genellikle bilişsel (düşünce) müdahalelerle başlar ve bunu davranış alanında değişiklikler izler. Bazı durumlarda ise (depresyon-ruhsal çökkünlük) öncelik davranış alanındadır.

Kaynak: Bilişsel Davranışçı Terapi – M. Hakan Türkçapar

Zaman yönetimi ve zaman yönetimi teknikleri

Zaman, zaman yönetimindeki engeller ve zaman yönetim tekniklerine genel bakış

Zaman; yerine konması, geri döndürülmesi, yenilenmesi, depolanması ve satın alınması mümkün olmayan bir kaynaktır. Zaman yönetimi, zaman faktörü göz önünde bulundurularak kaynakların etkin ve doğru kullanılmasıdır. Zaman yönetiminde amaç, kişinin işi ve diğer yaşantı tarzının gerekli plan ve hedefleri doğrultusunda, amaçlara uygun organizasyondan en yüksek verimi sağlamaktır.

İyi bir zaman yönetimi, kendini organize etmeyi, diğerlerinin organize olmasını sağlar. Zaman faktörü göz önünde bulundurulup kaynakların etkin kullanılması bireylerin amaçlarını başarmasında etkili olur.

Zaman Yönetimindeki Önemli Noktalar

Zaman yönetiminde bazı önemli noktalar vardır. Bu önemli noktalar şunlardır:

  • Hedefler belirlenmesi
  • Teknolojideki yenilikleri verimli kullanmak
  • Önceliklerin belirlenmesi
  • “Hayır” diyebilmek
  • Olumlu ve geliştirilmesi gereken yönlerin saptanması
  • Kararların hızlı ve yerinde verilmesi
  • İşlerin bir kısmının devredilmesi
  • Günlük ve haftalık planların yapılması

Zamanı verimli kullanabilirsek yapılacak işleri daha iyi planlar, geleceğe hazırlanabiliriz. Daha fazla okuyarak edindiğimiz bilgilerle ve teknolojik yeniliklerle kendimizi geliştirebiliriz. İnsanlarla iletişim kurma, sevdiklerimize zaman ayırma, dinlenme, eğlenme ve düşünme fırsatlarına zamanı verimli kullanarak ulaşabiliriz.

Zaman Yönetimindeki Engeller

Zaman yönetiminde önümüze çıkan engeller şunlardır:

1. Mükemmeliyetçilik: Hepimiz yaptığımız işin iyi olmasını isteriz. Ne var ki bazen işler istediğimiz gibi gitmeyebilir. Bazen de kendimizden yapacağımız işler konusunda insanüstü bir potansiyel bekleyebiliriz. Hedeflerimiz hiç de gerçekçi olmayabilir. İşte hedeflerimizin ve beklentilerimizin gerçekçi olmaması ve yaşamda olayların bazen istediğimiz gibi gitmeyebileceğini hesaba katmama gibi durumlar bizim mükemmeliyetçi olduğumuzun en büyük göstergeleridir.

Mükemmeliyetçi kişi, işler yolunda gitmediğinde büyük bir düş kırıklığı yaşar ve işleri bırakır, umutsuzluğa kapılır. Yüksek beklentileri nedeniyle de harekete geçemez. Böylece iyi yapabileceği şeyleri, “mükemmeli başarmak” adına yapabileceğinden daha kötü yapar ya da hiç yapamaz. Hedefleri belirlerken esnek olmak ve olası aksilikleri göz önünde bulundurmak önemlidir.

2. Erteleme: Erteleme davranışı, zaman yönetimi ve başarı karşısındaki en büyük engellerden biridir. Bir konu sizin için önemliyse ve siz konunun peşinden gitmiyorsanız erteliyorsunuz demektir. Erteleme yalnızca büyük amaçların ertelenmesi olarak değerlendirilmemelidir. Gündelik hayatta küçük görülen işler de daha önemli amaçların alt basamaklarıdır. Ertelenen her iş bir diğerini etkiler. Önemli işlerin ertelenip durması günlük işlerimizin büyük ölçüde aksamasına neden olur. Bu kısır döngü uzar gider. Günün birinde içinden çıkılmaz hâle gelir.

3. Kendine aşırı güven: Yaşamda kendine güvenmek iyi ve yararlı bir özelliktir ancak fazlası boş vermişliğe yol açar. Yapmamız gereken tüm işleri bir kenara not etmeden hatırlamamız ve bu işleri son dakikada harekete geçerek tamamlamamız olanaksızdır. Bu nedenle “Ben bunların hepsini aklımda tutabilirim ya da herkes bu işi 3 saatte bitiriyor ama ben nasıl olsa bu işi 1 saatte bitiririm.” tarzı düşünceler bizi düzensizliğe ve başarısızlığa götürür.

4. Kendine güvensizlik ve yüksek kaygı: Zaman zaman hepimiz performansımızdan şüphe edebiliriz ya da yaptığımız işlerin yeterliliğinden emin olmayabiliriz. Bu durum çok ve yoğun duygularla yaşanıyorsa bizim için engelleyici hâle gelmiştir. “Bu işi nasıl olsa başaramam, öyleyse hiç denememeliyim.” tarzındaki düşünceler kendine güvensizlik belirtisidir. Buna benzer düşünceler, yüksek kaygıya da neden olur. Kaygı da bizim için bir engeldir. Bu tür düşünce ve duyguları çok sık ve bizi ciddi anlamda engelleyecek yoğunlukta yaşıyorsak bir uzmana danışmamız yararlı olacaktır.

5. Hayır diyememe: Zaman yönetimi, bazı zaman çevremize hayır dememizi gerektirecek bir aktivitedir.

6. Hafife alma: Bazen bazı işlerin kendiliğinden olacağına ya da bazı özelliklerin herkeste bulunduğuna ilişkin bir yanılgıya düşeriz. Bu tür hafife almalar, çoğu kez sosyal ve akademik alanda başarıyı olumsuz yönde etkiler. Bize büyük düş kırıklıkları yaşatır.

Zaman Yönetimi Teknikleri

1. Etkili zaman yönetimi: Zaman ve işin sizi egemenliği altına alması yerine, sizin zamanı ve işi egemenlik altına almanızdır. Başarmak istiyorsanız muhakkak kişisel zamanınızı, nasıl ve ne şekilde neye yönelik olarak kullanacağınızı, etraflıca düşünüp belli bir plan çerçevesine oturtmak gerekir. Mevcut faaliyetlerin önceliklerini belirleyip detaylardan uzaklaşma, öze inme, harekete geçme, iş üretme, stresten kaçma, aile ve özel yaşam için zaman kazanma hedeflerini bilinçli olarak saptayıp ve zamanında ulaşmaya gayret gösterilmelidir.

2. Amaç belirleme: Başarmak istediğimiz tüm işlerde olduğu gibi zaman yönetimi konusunda da öncelikle belirgin bir amacımızın olması gerekir. Bizler, zamanımızı nasıl değerlendireceğimiz konusunda sayısız seçeneğe sahibizdir. Bu nedenle de zamanımızın büyük bölümü, ne yapacağımıza karar vermeye çalışmakla geçer. Belirsiz amaçlar, erteleme davranışına ve neyin daha önemli olup olmadığının belirsizliği anlamına da gelir. Bu da zamanımızı kullanma konusunda önümüzde duran seçeneklerin bir sıraya konulamamasına neden olur. Böylece bir türlü ne yapacağımıza karar veremeyiz ve karar verme işini erteleriz. Önemli konular dururken daha az önemli işlerle uğraşmaya başlarız.

3. Acil olmayan ve önemsiz işler: Bu tür işler, özellikle de önemli işlere zaman ayırmamız gereken dönemlerde, boş yere harcanmış zamanların kaynağını oluşturur. Saatlerce bilgisayar oyunları ile uğraşmak, bütün bir akşam telefonla dedikodu yapmak vb. işler bu kategoriye girer. Bunlar kişisel zevklerimizdir. Yaşamsal önemi yoktur ve sosyal anlamda da akademik anlamda da yaşamımıza pek bir şey katmaz. Bu tür uğraşların gerektiği durumlarda ertelenmesi ve serbest zaman etkinlikleri olarak yapılması zaman yönetimi açısından önemlidir.

4. Acil ama önemsiz işler: Bazen öyle işlerle uğraşırız ki iki ayağımız bir pabuca girer ama aslında işin sonunda elde ettiğimiz kayda değer bir şey yoktur. Ders çalışmamız gereken bir zamanda, arkadaşımıza bizden istediği bir kaset kaydını yetiştirmeye çalışmak bu türden bir iştir. Arkadaşımızın, kaseti ertesi gün almak istiyor olmasından ötürü iş acil bir iş olabilir ama yaklaşan bir ara sınavdan daha önemli değildir. Bu durumda arkadaşımıza gerekli açıklamada bulunarak ek süre talep etmek arkadaşlığımıza zarar vermez ama bizi başarıya götürür.

5. Acil olmayan ama önemli işler: Bu tür işler yanıltıcı olabilir. Aylar sonra olacak olan bir sınav önemlidir ama acil değildir. Ne var ki sınavlarda başarılı olmak ve öğrenilmesi gereken bilgileri sindirerek öğrenmek ancak düzenli tekrar ile olabilir. Sınav döneminde sıkışıp kalmak yerine uzun vadeli çalışma planı yapmak daha akıllıca görünmektedir. Zaman planlamada, üzerinde durulması ve planın şekillendirilmesinde en önemli unsur olması gereken işler, bu kategoride yer alır.

6. Acil ve önemli işler: Bu tür işlerle genellikle zamanı iyi planlayamadığımızda karşılaşırız. Doğru düzgün hazırlanılmamış bir sınava bir gece önce çalışmaya başlamak ya da önemli bir dönem ödevinin başına teslim tarihinden iki gün önce oturmak bu tür işlerdendir. Zaman planının, önemli bir aksilik olmadıkça bu tür işlerle karşılaşılmayacak biçimde yapılması önemlidir.

7. Uzun vadeli takvim belirleme: Belirlediğimiz amaçlar doğrultusunda yapmamız gereken işlerin tamamlanma tarihlerini belirlemek, zamanı planlama konusunda önemli bir adımdır. Bunun için ajanda edinmek ve amaçladığımız işlerin bitiş tarihlerini bu ajandaya
kaydetmek, atacağımız ilk somut adımdır.

8. Haftalık plan yapmak: Amaçlar belirlendikten ve gerekli tarihler yıllık ajanda da işaretlendikten sonra gelinen aşama, haftalık plan yapmaktır. Bunun için her hafta düzenli olarak çizelge hazırlamak en etkili yöntemdir. Bu işe girişmeden önce bir hafta boyunca planlanmamış yaşantımızın bir listesini yapmak gerekir. Bunun için de yanımızda bir hafta boyunca boş bir kâğıt bulundurmak ve hangi günler hangi saatlerde nelerle uğraştığımızı not etmek yeterlidir. Bu bize, bizim zevk aldığımız ya da yapmamız gerekirken yeterince zaman ayırmadığımız işleri belirlememiz konusunda yardımcı olur.

Zamanı yönetirken plan yaparken de dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Bunlar; esnek bir plan ve planın gerçekler ile örtüşmesi. Ayrıca planın ödül de içermesi ve düzenli takibi.

Tüm bunları yapabilmek için, haydi şimdi başlayın!